30 Temmuz 2013 Salı

YENİ ŞAFAK BAYRAM YAPTI!!!

Tüpraş'ın yüzde 14.76 hissesinin İMKB'de satışı ve dahil 5 özelleştirmede yargı kararlarının uygulanmamasına yönelik karar yayımlandı. Karara göre Tüpraş'ın yanı sıra SEKA-Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları AŞ'ye ait Balıkesir İşletmesi'nin Albayrak'a satışına da onay verilmiş oldu.
Yargı kararına rağmen...

Bakanlar Kurulu, bazı özelleştirme işlemleri hakkında verilen yargı kararlarının uygulanmasında ortaya çıkan "fiili imkansızlık" nedeniyle Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nca yapılmış iş ve işlemlerin devam ettirilerek sonuçlandırılmasını kararlaştırmıştı. Böylece Albayrak, SEKA'yı üç otuz paraya satın almayı başardı. Bursa 2. İdare Mahkemesi 2003 yılında piyasa değeri 52 milyon dolar olan SEKA işletmesini 1.1 milyon dolara satılmasında kamu yararı ve özelleştirmeye uygunluk olmaması gerekçesi ile yürütmeyi durdurma kararı almasına rağmen Özelleştirme İdare Başkanlığı bu karara uymayarak hukuksuzluk örneği sergilemişti.(BirGün)

‘ister yaz ister yazma’

"Düğünde oynaması için hayâlı (edepli) gelini epey zahmet çekip ikna etmişler. Gelin, “Allahım günah yazma” diye dua ile başlamış oynamaya. Müziğin, ritmin kışkırtmasıyla az sonra çoşup “Biraz yaz, biraz yazma” demeye başlayıp kıvrak figürler sergilemiş. İş çığrından çıkınca da, “İster yaz ister yazma” diyerek kendisini de çevredekileri de mest etmiş...

Amacım salt fıkra anlatmak değil; bu gelin, ‘ister yaz ister yazma’ dediği anda kendine zulmü terk etmiştir." Murat Kapkıner

"Biz şeriatçılar kırk kişiydik..."

Biz şeriatçılar, davanın yakıcı göbeğindeydik. Kırk kişiydik kırkımız da birbirimizi bilirdik.Fakat bu kırk kişinin içinde, sonradan hepimizi sollayacak olan Fetullah Gülen yoktu. Sonradan ve birdenbire çıktı ortaya. Ve doğrusu cami cemaatine şunları haykırarak hepimizin önüne geçti: ‘’Ey Müslüman genç! Kim senin dinine, peygamberine dil uzatırsa, rektörün de, başbakanın, cumhurbaşkanın da olsa, git tabancanı temizle; vur alnının çatından kefereyi’’ murat kapkıner

"Tanrı’nın peygamberleri içinde doğru-düzgün bir kişi yok"

‘’Nuh aleyhisselam çölde gemi yapıyor. Diyorlar ki: ‘’Nuh! Niye gemi yapıyorsun’’ diyor ki: ‘’Yakında buraya deniz gelecek.’’ Şimdi insanlar bunu ciddiye mi alsınlar?

Musa Aleyhisselam, yarı kaza bir zalimi öldürmüş. Sonuçta Firavun’un yasaları önünde katil ve kaçmış. Üstelik onun sarayında çocuğu gibi büyütülmüş. Yıllar sonra gelip Firavun’a: ‘’bana itaat et’’ diyor. Aralarındaki konuşma şöyle:
-Niye itaat edeyim
-Bana Tanrı söyledi
-Nasıl söyledi
-Çalıdan söyledi.
Şimdi Firavun ne yapsın. Gene sabırlı adammış, daha beş on sene tahammül etmiş.’’

Bütün bunlardan ben, meczubun beni sarsan son sözüne gelmek istiyorum: ‘’Bu Tanrı’nın peygamberleri içinde doğru-düzgün bir kişi yok; acaba Tanrı kullarının inanmasını mı murad ediyor inanmamasını mı’’ (Meczubun ‘doğru-dürüst’ değil ‘doğru-düzgün’ dediğinin bir vebal endişesiyle altını çiziyorum: Yani bizlere benzeyen bir kişi yok.) murat kapkıner

"Sanatçıyla sanatı, düşünceyle düşüneni ayırmamız gerekir"

Heiddegger, Hitler’in Partisinin üyesi. Albert Camus, Cezair bağımsızlık savaşında Fransız Hükümeti’nin yanında. Polanski, marlon Brando tecavüzcü. Sartre gelininin tecavüzcüsü. Sokrates, Andre Gide, Fuocoult, sayılamayacak kadar çok insanlığa sadra şifa bir şeyler söylemiş filozof, kompozitör, ressam, sanatçı eşcinsel. Althusser karısının katili. Hölderlin, Virginia Wolf, müntehir. Bu ileriye kalmış çok değerli imzaların bir çoğu ya çılgın ya intihar etmiş. Bu adlar çok çok sıralanabilir.

Diyorum ki ürünlerinde eşcinselliği pazarlamıyor, adam öldürmeyi tavsiye etmiyor, tecavüzcülüğü imrendirmiyor, faşizmi savunmuyorlarsa bu insanların ürünleri hakkında ne düşünüp, ne yapacağız. Bu ürünler bizi zenginleştiriyor, bir yaramıza merhem oluyorsa… Dünyayı yönlendiriyor, bizi değiştiriyorsa…
Fazıl Say diye beyanlarından ötürü hiçbir saygıyı hak etmeyen biri var örneğin. Onun sanatı hakkında ne diyeceğiz.
Kendi kötü, ya da bize benzemiyor diye ürününü, icrasını yadsıyacak mıyız? murat kapkıner

18 Temmuz 2013 Perşembe

M. Kapkıner'e göre ahlak, ahlaksızlık, kötü ve iyi ahlak

"Eskimo, geleneğine uyup karısını misafirine ikram ettiği sürece ahlaklı (ilkeli) ve fakat kötü ahlaklı biridir. Bir başka ilke için olmaksızın bu ahlakını (ilkeliliğini) terk ettiğinde ahlaksızdır.
Eski Roma’da da gelenek üzere, yaşlanan babayı, oğul, perçeminden sürükleyerek kapı eşiğine kadar getirir orada boğazlarmış. Bu ilke bozulmadığı sürece o insanlar ilkeli (ahlaklı)dir ama bu kötü bir ahlaktır. Birilerini düşleyiniz ki kendisine ait bir ilkesi, ilkeleri olmadığı gibi, kendisini bağlayan bir başka ilke de yok: Ahlaksız budur ve ahlak, şarap içmemek, zina etmemek gibi kişisel günahlara bulaşmamak değil; ilkeli olmaktır." Murat Kapkıner

Tuhaf bir analoji ve iki mirasyedi tipolojisi

...
Köyümün insanı dindarlığı, tutumluluğu ve dürüstlüğüyle tanınır/dı. Öyle ki biraderlerimden birine tesadüfen tanıştığı bir hacı emmi şöyle diyecektir yıllar önce: O mübarek köye bir gidemedim.
Neden sözü köyümden açtığımı sorabilirsiniz.
Anlatayım…
Köyümüzde doğmuş, büyümüş bir imam büyüğümüz 2004 yerel seçimlerinde biraz da köyümüzün milletin nazarındaki olumlu intibaının rüzgârıyla ilçemize belediye başkanı oldu. Antrparantez belirtelim; köyümüzde okuyan çoktur, okuyanların da ekserisi imamdı/r.
Başkanın, çalışma arkadaşlarının çoğu (bunları seçerken pek itinalı davranmamış olacak ki) özellikle ahlaka mugayyir davranışları nedeniyle yüzümüzü kara çıkarmışlardır. Hatta kendisinin bile birtakım dedikoduları çıkmakta, doğru değilse dahi ‘bir şeyin şu’yu vukuundan beterdir’ fehvasınca halk nezdinde kredisini iyice tüketmiş bulunmaktadır.
Başkanın her ne kadar icraatlarını beğensem de durum yukarıda anlattığım gibi. Hoş herkes her türlü haltı yer ama kimse üstüne toz kondurmaz. Ne denmiştir bu durum için  "kendi gözündeki merteği görmez, elin gözündeki çöpü görür.”
Geçelim asıl mevzuya…
Mevcut iktidar din siyasetinde ve kendini mağdur pozisyonuna düşürmedeki başarısıyla büyük çokğunluğun oyunu alarak 3 dönemdir ülkeyi yönetiyor. Arkada 80 yılın ezilmişliği, hor görülmüşlüğü ve bunun oluşturduğu ötekileştirilmiş insan psikoloji var. Bütün bunların edebiyatını yaparak siyaset ürettiler. Sonuç, bence hüsran. Geçenlerde biri başbakanın adını şöyle yazmıştı: Re/cep.
Ceple ilgili sayısız örnekler verilebilir. Mesela yakınlarda bir sosyal paylaşım sitesinde şunlara yer verdim: “2003 yılında piyasa değeri 52 milyon dolar olan SEKA işletmesi yargı kararına rağmen YENİ ŞAFAK sahiplerine bakanlar kurulu kararıyla 1.1 milyon dolara satışı onaylandı. Peki, YENİ ŞAFAK gazetesi nasıl bir gazete? Başbakanı eleştirdi diye 15- 20 yıllık çalışanı Ali Akel'i kovan bir gazete... Hadi hayırlısı!”
Anlaşılmıştır ki 80 yıllardır hor görülenler, bağırlarından her şeyi eline yüzüne bulaştıran ve ayrıca işkembe-yi kübralarını şişirdikçe şişiren bir kadro çıkarabilmiştir.
Daha iyisini çıkarabilir miydi bu geniş halk kitleleri? Tabii ki… Hatta çıkarmıştır da: 54. Erbakan hükümeti. Ama ona da yeterli destek verilmemiş, çok geçmeden küresel güçlerin taşeronlarından biri (Çevik Bir) daha Amerika’dan dönmeden demokrasiye balans ayarı yaptık demecini vermiş ve akabinde Erbakan hükümeti istifa etmek zorunda kalmıştı. Kanaatim o dur ki bu toprakların gördüğü en faydalı hükümetti Erbakan hükümeti. Sebeplerini geçelim.
Sonuç: İki mirasyedi tipolojisi çizmeye çalıştım. Amma başarılı oldum amma başarısız. Takdir sizin…

sb 23/06/2012

“Bizde osuruk değmemiş daha çok kelime var”

"Bu sıra Rasim Abi (özdenören) anlatıyordu. Özellikle benimle buluşmuştu ama kendisi hakkında doktora tezi hazırlayan çok değerli bir hanımefendi kızımız da vardı. Araya girip sorular soruyordu. Bir ara: “Yapıtlarınızda kimsenin pek bilmediği kelimeler kullanıyorsunuz” dedi. Rasim Abi o bildik önüne bakar konuşmasıyla: “Bizde osuruk değmemiş daha çok kelime var” dedi." 

Bir diyeceğim de o ki benim kadar değilse de gerektiğinde ağzının fermuarını açmaktan çekinmez. murat kapkıner

Bir insanı yetiştirmek için onun büyük annesinden başlamak gerek

"Oscar Wilde; anımsamıyorum ya da Bernard Shaw: “Bir insanı yetiştirmek için onun büyük annesinden başlamak gerekir” demiş. Acaba neden büyük babası değil de büyük annesi?"

"Sosyolog Bernard Lewis’ye Müslüman gazeteci mealen sormuş : “Üstad! Müslüman toplumlar her anlamda Batılı toplumlardan geri. Eğer doğruysa bu neden böyle”
Gene mealan Üstad’ın yanıtı şu:
Müslümanlar sekiz asırdır kadını eve hapsetti. Kadın eve hapsedilince cahil kaldı. Çocuğu anne yetiştirdiğinden, kadın-erkek bütün ümmet cahil yetişti." murat kapkıner

Kendimi tanıma ceht ve gayreti

"Hatadan  hakikate,  hakikatten de hataya geçilmezmiş. Ya da şöyle; yanlıştan doğruya doğrudan da yanlışa gidilmezmiş." Hint felsefesinde tabi, kaynak: Cemil Meriç
Bu görüşe göre doğrudan başka bir doğruya, yanlıştan da başka bir yanlışa geçilir.
 
Alain diye bir Fransız düşünür de  "Doğruya yanlıştan gidilir." der.
 
Hangisi doğru şimdi? Valla ben kendi nefsimde Hint felsefesindeki düşüncenin doğru olduğunu sanıyor/um/dum. 
 
Neden?
 
Çünkü hayatımın değişik evrelerinde farklı doğrularım oldu ve savunduklarımı da hep hararetle ve inanarak savundum. 
 
Daima daha iyiyi, daha güzeli, doğruyu arayan bir yapım var. Bir uçtan bir uca savrulmalarımın bir nedeni de hatta asıl nedeni de hakikatin zıt kutuplu olduğuna dair imanım. Evet, belki de tek şüphe duymadığım imanım bu benim.
 
Çeşitli zamanlarda değişik hislere kapıldım, değişik doğrularım oldu. Acaba ben bir doğrudan başka bir doğruya mı yoksa bir yanlıştan başka bir yanlışa mı savruldum bunca zaman? Benim için ivedilikle cevaplanması gerek en esaslı soru bu.
 
Son zamanlarda sanki hep bir yanlıştan başka bir yanlışa geçtiğime dair şüphe var içimde. Bir keresinde üniversitenden bir hocam bana 'sende kuvve-i hata var' demişti. Bir diğeri 'senin üslubun bozuk' demişti. Her neyse ama hakikat tarifimden ötürü de kendime haksızlık yaptığımı düşünüyorum.
 
Belki de Hint felsefesinin çeperinden kurtulup Alain'in dediğine kulak vermem gerek. Evet, doğruya yanlıştan gelmiş olabilirim.

sb23/06/2012

Kapitalizm ve kadın biyolojisi

"Gerçek şu ki kapitalizmin de kadın biyolojisi gibi ‘adet’ dönemi vardır ve kan dökmek zorundadır ve Amerika bu adet kanını bugünlerde temizletecek mebzul miktarda İslamcı bulabilmektedir." Nihat Genç

Bir sayın konuşmacıdan enteresan tespitler

Kanal B - Güncel ‏@guncelkanalb Gazi Üni. Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Haydar Çakmak Suriye krizini değerlendirdi...

Tespit 1: Rusya modern Arabistan oldu; petrol ve doğalgaz satarak zenginleşti.

Tespit 2: Rusya teknoloji bakımından gelişme kaydedemedi...

Tespit 3: 2012 sonbaharına kadar Amerika'nın seçimlerden dolayı savaşmayacağını/savaş kararı alamayacağını düşünen Rusya (ki bu Amerikayı yöneten halihazırdaki başkan için bir risk) bunun üzerine özellikle Suriye meselesinde kendisinin de Amerika karşısında dünya çapında bir güç olduğunu gösterme derdinde.

Tespit 4: Amerika'nın petrolün varilini 100 dolar yapması Irak ve Afganistan'da harcadığı paraları tazmin içindir.Varili 35 dolar olması gereken petrolün 100 dolar olması Amerika'nın Irak ve Afganistan işgallerinin faturasını tüm dünyaya ödetmesi anlamına gelir. İ

Doğalgazın bin metreküpü ise 300 küsür dolar. Bu da Amerika sayesinde...

Tespit 5: Amerika ordusunun 10 yıllık petrol ihtiyacını karşılayacak rezervi yanı sıra 5 yıl da tüm petrol ihtiyacını karşılayacak rezervi bulunmakta...

Tespit 6: Amerika Irak ve Afaganistan'daki zararını tazmin ettikten sonra elindeki petrol rezervinin küçük bir kısmını piyasaya sürdüğünde petrolün varil fiyatı 35 dolara iner. Bu da Rusya'nın felaketi olur. Dolayısıyla Rusyanın kendini bir süper güçmüş gibi göstermesi sadece bir göz boyama...

Tespit 7: Türkiye'de İslamcıların (İslamcı iktidarın) Amerikancı olması akıl alır bir şey değil...

Tespit 8: Tayyip Erdoğan 80 yıllık (ya da 600 yıllık Osmanlı bakiyesininin sağladığı prestiji) Türkiye Cumhuriyetinin prestijini arkasına aldığından Arap ülkelerinde büyük bir coşkuyla karşılanırdı.

Şimdi 10 yıllık bir İslamcı iktidarlarının sağladığı prestiji arkasına alıp Arap ülkelerine gitmeye kalktığında kimbilir nasıl karşılanır...

Kur'ân-ı Kerim » 62 / CUMA - 11

Böyle iken, (şiddetli bir kıtlığın hüküm sürdüğü bir zamanda sen hutbe okurken, zahire yüklü bir ticaret kafilesinin gelişini haber veren def seslerini ashab duyunca; hutbeyi terk etmenin bir zararı olmıyacağı düşüncesine kapılarak) bir ticaret veya eğlenti (def sesi) gördüklerinde, ona fırladılar da seni (hutbede) ayakta bıraktılar. (Mescidde yalnız on iki kişi kalmıştı). De ki: “- Allah katında olan sevab, eğlentiden de, ticaretten de hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Ali Fikri Yavuz

Yukarıdaki ayetle ilgili ahibba ne düşünür diye merak ediyorum...sb

Bu ayet bana (sb) aşağıdaki menkıbeyi hatırlattı...

“II. Murat, Hacı Bayram-ı Velî’nin müritlerinden vergiyi kaldırınca herkes ona mürit olmuş. Vergiden kaçan, onun kapısında almış soluğu. Hal böyle olunca II. Murat haber göndererek müritleri kimdir, kimlerdir bilmek istemiş. Hacı Bayram Velî yüksekçe bir yere büyük bir çadır kurdurmuş ve müridi olduğunu iddia edenleri oraya toplamış. Bana bağlılar gelsin bu çadıra girsin, onları kurban edeceğim, diye nidada bulunmuş. Herkes şaşırmış tabii… İnsanın kurban edildiği nerede görülmüş? Çadıra gire gire bir kadın ve bir erkek girmiş, başkada giren olmamış. Onlar çadıra girince orada bekletilen koç kesilerek kanı akıtılmış. Böylece çadırın altından sızan kanı gören ahali korkuyla çil yavrusu gibi kaçışmış. Hacı Bayram Velî, II. Murat’a; “Bundan sonra biline ki, bizim bir buçuk müridimiz vardır.”diye haber göndermiş. Gerçek bağlılarının kimler olduğunu böylece haber vermiş.”

http://www.25000vecizsoz.com/soz.php?c=15&ss=28
Not: Buçuğa dikkat edile... Kadın oluyor güya... Güler misin, ağlar mısın?

Dinî ritüeller neleri kamufle eder?

Önce soralım, İslam dininin ana fikri nedir?

El-cevap: Her hal ve kârda zalimlere başkaldırarak mazlumların sesi olmak.

Hz. Peygamberin de yaptığı bundan gayrı ne ola ki? Mekke'nin zalimlerine başkaldırması başka türlü okunabilir mi? Ve bu başkaldırı tüm zamanlarda Müslümanların nasıl yol tutacağının da işareti değil mi?

İşte böyle bir gerçeklik ıskalandığı için din bugün 'birçok şeyin üstünü örten şal' işlevini görmektedir.

Öyle ki dinî kimi argümanlarla iş tutulur ve hâlihazırda dünya sathındaki zalimlerin en yılmaz muini olunur.

Daha fazla somutlaştırmak istemem. Çünkü kimi gaz sürüsüne meselenizi en olmayacak örneklerle anlatsanız da anlamaz. Öyleyse geçelim...

Efendiler, kimi dinî ritüelleri ifa eden safderun kardeşler her işi böylece olur zanneder. Yanlış anlaşılmasın herkes istediği gibi ibadet ü teatini yerine getirsin, fakat her işin bu suretle tamama erdiğini zannetmek oldukça sorunlu.

Bendeniz derim ki hakiki Müslümanlık -ki aslolan budur- daima öğrenmek, zihninin alıcılarını açık tutmak, anti tezini tanımak, hiçbir türlü zulme/haksızlığa rıza göstermemek ve daima -her ne olur kimden olursa olsun- mazlumların yanında yer almaktır...

Adam Müslüman cenahın en sözüne itibar edileni ama bir yolsuzluğa niçin göz yumduğunu soruyorum köşesinden 'beni akçeli işlere karıştırmayın' diyebiliyor...

(52 milyon dolar değerindeki SEKA işletmesinin Yeni Şafak gazetesi sahiplerine 1 milyon dolara satışının mahkemece durdurulması üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla satışının onaylanması sonrasında sorduğum soruya Rasim Özdenören şu yazıyla cevap vermiştir: bkz. Kör dövüşüne sürüklenmek - 24 Haziran 2012 - Pazar)

Müslümanlıksa bu, ben almayayım ağalar...

Müslümanlığı ortaya çıktığı toplumun kimi gerçekliklerine irca etmek dini anlamamak demek olup bu anlayışın bize bir şey kazandırmadığı ve bizi iki yüzlü cahil insanlar yaptığı da aşikârdır.

Değişen hayat bizi daima tokatlar ama biz hâlâ aynı türküleri söylemekten bıkmayız...

Oysa insanlık tarihinin hiçbir döneminde eskimeyecek bir ana fikir üzerine kuruldur din, en azından başlangıçta. İşte biz yukarıda belirttiğim ana fikir etrafında birtakım okumalar yapar isek içine düştüğümüz ya da düşürüldüğümüz berzahlardan kurtuluruz. Yoksa ila cehenneme zümerâ...

sb 09/07/2012

"veresiye ip"

Bir Yusuf Atılgan hikayesinde annesiyle kavga ettikten sonra intihara karar veren bir kahraman vardır. Mezkur hikaye kahramanı kendini asmak için köyün bakkalından "veresiye ip" alır. Yolda gelen geçene intihar edeceğini söyler ve herkesten de "iyi olur" cevabını alır. Hikaye kahramanı buna kızar ve intihar etmekten vazgeçer.

İnsanlığın tarihinde üç merhale


‎İngiliz tarihçi Arnold Toynbee insanlık yolunun birbirini izleyen üç merhaleden geçtiğini söyler.

1.Tarih öncesine denk düşen birinci merhale:İletişim yavaş, bilginin gelişimi daha yavaştı.Bir yenilik ortaya çıkana kadar bir önceki tüm dünyaya yayılıyordu. Dolayısıyla dünyanın her yerinde insan toplulukları aynı evrim düzeyinde idi...

2. Bu evrede bilginin gelişimi yayılmasından daha çabuk oldu ve insan toplulukları her alanda farklılaşmaya başladı. Tarih adını verdiğimiz bu merhale binlerce yıl sürdü.

3. Üçüncüsü bilginin daha hızlı ilerlediği ve daha da hızlı yayıldığı merhaleydi. Tabiatıyla insanoğlu/insan toplulukları daha az farklılaşmaya başladılar...

AMİN MAALOUF "ÖLÜMCÜL KİMLİKLER S.78

Deli kızın çeyizi gibi kafalar ve kitaplıklar...

Bazı kişisel kütüphaneler deli kızın çeyizi gibi.

İsterseniz "deli kızın çeyizi" kelime grubunun ne ifade ettiğine bakalım:

Bu tabir, "bir yerde/mahalde hep aynı çeşit ürün/şey bulundurmak" anlamında kullanılır.

Şimdi sadede dönersek; kimi zevatın kütüphaneleri/kitaplıkları deli kızın çeyizi nevinde, hatta kafalarının içi dahi böyle.

Şopenhavır isimli bir filozof, bazı kişilerin çok kitap okuyarak aptalaştıklarını söylemiş.

Benim kanaatim çok kitap okumanın insanı aptallaştıracağı yönünde değil. Aksine hep aynı cins/çeşit ya da fikriyattan eserler okunması insanı aptallaştırır.

Nitekim çevremde bunun örnekleri mebzul miktarda var.

Kimi çok kitap (senede 100 küsür kitap) okumakla övünür. Heyhat hep aynı fikrin kitaplarıdır bunlar. Öyle değilse bile kendi fikriyatını benimsemeyen yazarları derinlemesine okumaz, okuyamaz .

Kimi hiç kitap okumaz. Zira 'lise ve üniversite yıllarında çok okumuştur' abisi, ablası! Ayrıca hakikat ona anadan ve atadan yadigardır! Lise ve üniversitede okuduğuna bile şükretmek lazımdır!.. Gerçekten de hakikata mazhar olduğunu düşünenler niçin okusunlar? Ben böylelerinin düşünceleriyle eylemleri arasında bir çelişki olmadığını düşünüyorum. Çünkü okumanın gayelerinden biri hakikati aramaktır. Bu tip insanlar da hakikata mazhar olduklarını düşündüklerine göre okumamalarında anlaşılmayacak bir husus yoktur.

Hasılı, hep aynı tür kitaplardan oluşan kütüphanelerimizi yeniden kurmalı ve her şeyden önemlisi kafalarımızın içindeki basit mi basit dünyalarımızı usanmadan, üşenmeden sil baştan yeniden inşa etmeliyiz.

sb 22/07/2012

16 Temmuz 2013 Salı

Bir tanım denemesi: dikey miras, yatay miras

Dikey miras: İçine doğduğumuz kültürün (anne babalarmızın kültür, inanç değerleri) bize enjekte ettiği şeyler....
Yatay miras: İçinde yaşadığım zamanın bize kattığı şeyler...
Belki bu bağlamda özellikle günümüzde  "İnsanlar babalarından çok, zamanlarının çocuğudur." (Marc Bloch) sözü gereğince yatay mirasın üzerimde dikey mirastan çok daha fazla etkisi olduğunu düşünüyorum. Sb
Not: Yukarıdaki tanım AMİN MAALOUF "ÖLÜMCÜL KİMLİKLER S.86,87. sayfalarından ilhamla yapılmaya çalışımıştır. sb

Kader kavramına farklı bir bakış

“Bir yelkenli için rüzgar neyse, kader de bir insan için aynı şeydir. Dümen başındaki insan rüzgarın nereden eseceğine karar veremez, ne şiddette eseceğine de, ama kendi yelkenini yönlendirebilir. Ve bu da kimi zaman inanılmaz dercede fark eder. Aynı rüzgar deneyimsiz ya da ihtiyatsız ya da yanlış karar veren bir denizciyi felakete sürüklerken, bir başkasını  sakin bir limana ulaştıracaktır.”

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler s.84

Amin Maalouf’tan ilginç sorular ve tespitler

Başlangıçta ve uzun yıllar çok daha hoşgörülü bir din olan İslam sonraları neden hoşgörüsüz bir din haline geldi?

Geçmişte daha katı/hoşgörüsüz bir din olan Hıristiyanlığın bugün daha hoşgörülü olması nasıl açıklanabilir?

Ben yüzyıllar önce Müslümanların fethettiği bir bölgede Hıristiyan kalabilmiş bir aileden geliyorum, tersi olsaydı durum ne olurdu, diye soruyor Maalouf. Yani Hıristiyanların fethettiği bir bölgede yaşamak zorunda olan Müslüman bir aile olsaydık Müslüman olarak kalabilir miydik? Nitekim İspanya Müslümanlarının başına gelenler hepimizce malum.

Ayrıca Amin Maalouf Hıristiyanlığın bugün için daha hoşgörülü olmasının nedenlerini antik çağlarda(Eski Roma/ Eski Yunan) aramaktadır.

Gene Maalouf, dinlerin toplumları etkilemesi gibi toplumların da dinleri etkilediğini, bu etkileşimin karşılıklı olduğunu, dinin kaynaklarının değişmeden hep var olduğunu ama onunla ilgili değerlendirmelerin toplumdan topluma, kişiden kişiye daima değiştiğini/değişeceğini söylemektedir.

Kaynak: Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler
sb 01/08/2012

Yeniden kendimi tanıma ceht ve gayreti

Yaklaşık iki yıl önce kendimi bir parça deist, bir parça teist, bir parça agnostik, bir parça panteist (vahdet-i vücutçu) ve hepsinin toplamı eklektik olarak gördüğümü beyan etmiştim.

Öğrencilerimden biri bu düşüncemi “saçma” olarak telakki etmişti, bense saçma olarak görülen şeye o gün bir izahat getirememiştim.

Aynı problematiğin Amin Maalouf ‘ta da [Ölümcül Kimlikler (Panteri Evcilleştirmek) adlı eserine bakınız] olduğunu gördüm. Yazarın meseleyi çözümleyiş tarzı oldukça ilgimi çekti. Amin Maalouf kimliğinin bileşenlerinden uzun uzun bahseder. Ona göre kimlik bölmelere ayrılmaz, o ne yarımlardan oluşur ne üçte birlerden. Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir “dozda” onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş tek bir kimliğim var, der.

Amin Maalouf’un kimliğinin bileşeninde neler var? Lübnanlı bir Arap’tır o, Fransa’da yaşamaktadır, Arapça ve Fransızca bilir/konuşur, bütün dinlere uzak olmakla beraber Hıristiyan bir aileden gelir, büyük annesi Müslüman bir Türk’tür ,masonundan, ateistine, ateistinden anarşistine varana dek yok yoktur soyağacında. İşte böyle bir adamın kendini nasıl tanımladığı benim için gayet önem arz etmektedir.

Amin Maalouf’tan mülhemle söyleyecek olursam kimlikler, birbirini cerh etmeyecek birçok bileşenden(aidiyet) oluşabilir. Mühim olan bu birçok aidiyetin ittifak halinde nevi şahsına münhasır tek bir kimlik oluşturabilmesidir.

Şimdi başa dönecek olursam kimliğimi oluşturan bileşenlerin birbirini nakzedip etmediği sorulabilir. Belki “teist” oluşum bu soruyu anlamlı kılabilir. Bu, kolay anlaşılabilecek/anlatılabilecek bir bahis değil. Konuya salt içine doğduğum kültürün bir gerçekliği olarak baktığımı söylemem yeterli olur sanırım. Bu bakış kimliğimi oluşturan bileşenler arasındaki arızayı da bir nebze olsun gidermektedir.

Ayrıca okumalarım devam ettikçe kimliğimin bileşenlerine yenilerinin de eklendiğini/ekleneceğini ifade edeyim.

sb 31/07/2012

Barbaros Şansal'dan düşündüren cümleler

Güvenç Dağüstün'e verdiği röportajda "ben genelevdeki namuslu kadınım" diyen Barbaros Şansal aşağıdaki soruya bence üzerinde çokça düşünülmesi gerek bir cevap vermiş:

Fazıl Say “ateistim” dedi, kıyamet koptu. Twitter’da bir Ömer Hayyam şiiri paylaştı diye bir buçuk yıl hapis istemiyle hakim karşısına çıkacak. Ne diyorsun?

-O davadan hiç birşey çıkmaz. Fazıl Say böyle birşeyden mahkum edilirse bu ülkede sosyal medyayı kullanan herkesin hapse girmesi lazım. Bu ülkenin bu kadar fakiri varken lüks içindeki gezilerinin fotoğraflarını Twitter’da paylaşıyorlar. Bu özendiriciliktir, hırsızlığa azmettiriciliktir, adam öldürmeye azmettiriciliktir. Hukuk içi boş bir çuvaldır, ne doldurursan onu alırsın. Yüz elli bin kişi aynı anda dilekçe verirse Cumhuriyet Savcılıklarına kitlenir bu ülkede her şey.

Not: Genelev dediği tüm dünya olsa gerek. sb

Bilge Karasu’nun Kılavuz’undan dost ve arkadaş çeşitlerine dair…

Arkadaşlıklarda, dostluklarda, sevgilerde karşısındakini ele geçirilecek bir ülke gibi görenler vardır. Tedirgin eder beni böyleleri.
Buna karşılık, karşısındakini tanımak isteyen, karşılıklılık gözeterek biribirilerini biribirilerine açan, veren insanların yakınlıkları, destek görmelidir; hiç değilse, benden…

Bir de pattadak çıkagelenler vardır, senden istediğini senin rızanla alan, seni kendine bağlamasını başaranlar vardır… Günün birinde geldikleri gibi giderler… Ya alacaklarını aldıkları, bu da kendilerine yettiği için…Tabiî, bu durumda, ilk öbektekiler gibi davranmış olurlar: Yağma bitmiştir… Ya da sen onlara, kabul etmek istemedikleri bir ölçüde bağlandığın için. Yani ‘başkası yağmalanır ama ben, başkasının kullanabileceği bir toprak değilim,’ türünden bir tutum… Senden uzaklaşırken senin ne düşündüğünü hiç merak etmezler… s.109,110 (Bilge Karasu, Kılavuz, Metis yayınları)

Niçin esaslı sorular soramıyoruz?

Niçin esaslı sorular soramıyoruz? Birinden, birilerinden, yoksa kendi içimizdeki despot benimizden mi korkuyoruz? Ne içindir -mış gibi yapmalarımız, yaşamalarımız? Doğar doğmaz zihni tutsak edilmeye başlamış bizlerin zincirlerimizden başka kaybedeceğimiz neyimiz var?
Evvela esaslı sorular için şüpheyi şiar edinmiş olmak lazım, saniyen cesaret, salisen hakiki kitaplar okumak.
Şüpheyi  şiar edinmek mümkün mü bizim gibi toplumlarda. El-cevap, değil. Öyle ki şüphenin bulunduğu yerde iman bulunmaz denilmiştir bir kere.
Eskilerin tecessüs dediği, “cess” kökünden türeyen “casus”la kökteş bir kelimemiz vardır. Merak anlamına gelir. Casuslukla ilgisinden ötürü tecessüs de hoş karşılanmamıştır bizde. Hatta insanın başına ne gelirse meraktan geldiği belirtilerek merak duygusu olumsuzlanmıştır.
Geçenlerde uzun süre görüşmediğim bir dostla telefonda konuşuyorum; kendisine 'hala abilerinin var olup olmadığını' soruyorum, o da bana 'senin gibi ben de hürriyetime kavuştum dostum' diyordu. Bendeniz de ona tabi biraz da latife olarak 'abileri defetmek için esaslı kitaplar okumak lazım, senin esaslı kitaplar okuyacağına gözümle görsem inanmam' diyordum.
Gerçekten de sevgili dostlar, esaslı sorular için esaslı kitaplar okumak ve o sorulara esaslı cevaplar vermek lazım.
Peki, esaslı kitap ne menem bir şeydir, dediğinizi duyar gibiyim. Kısaca esaslı kitap insana bilmediğini bildiren, o güne kadar düşünmediğini düşündüren ve bunu korkusuzca yapan kitaptır. Ayrıca içine doğduğumuz yalanlar dünyasını sorgulayan ve sorgulattıran kitaptır esaslı kitap.
Esaslı sorular sorabilmek için bence şöyle bir gerekçe daha var:
Dünyaya gelişimiz, ana rahmine düşüşümüzle ilgili düşünecek olursak sözgelimi ebeveynimizin o gün bir işi çıksa ve halvet olamayıp bir başka gün halvet olsalardı bu durumda başka bir spermle başka bir yumurta döllenecek ve bizim yerimize başka bir can vücut bulacaktı. İşte böyle kesinlikle hiçbir etkimizin ve katkımızın olmadığı sebeplerle dünyaya gelmişiz. Yani bu şansı ya da şansızlığı (dünyaya geliş şans ya da şansızlık olarak addedilebilir) hiç yaşamayabilirdik. Öyleyse kendimiz olalım, kafamızı ve gönlümüzü hiçbir halükarda kiraya vermeyelim. 
Ceddimizin dünyaya dair tasavurlarını virgülüne noktasına katiyen dokunmadan tevarüs ve temellük etmeyi marifet saymaktan vazgeçelim. Kendi tasavurlarımız nedir, yoksa bugünden tezi yok oluşturmaya bakalım.
Hasılı, esaslı sorularımız ve onlara verdiğimiz esaslı cevaplarımız yoksa kendi hayatımızı değil bize -biz farkında olamadan- zerk edilen hayatı yaşıyoruz demektir. Ayrıca bu durum, saman bulan ineklerle paralel bir hayat yaşamamızı kaçınılmaz kılıyor.
sb 28/08/2012

Öğretmenlere bir öneri (ceza infaz memuru olmadığımızı bilelim)

Ben 2001’den bu tarafa edebiyat öğretmenliği (ilk üç yılı Türkçe öğretmenliği) yapıyorum. Mesleğimin çeşitli dönemlerinde öğrenci dövdüğüm olmuştur. Fakat toplasanız bir elin parmaklarını geçmez. Ama zıvanadan çıktığım çok olmuştur.
Salt disiplin ve korku üzerine otorite kurmak istemem, beceremem de. İsterim ki öğrenci sınıfta kendini rahat hissetsin ve istediği zaman derse katkı verebilsin.
Öncelikle dersin yaşanan hayatla irtibatını kurmaya özen gösteririm. İşim gücüm meselelerimi samutlaştırarak/örneklendirerek anlatmak. Çoğul/çoklu okuma,  çoklu düşünme söz konusu oluyor derslerde. Fakat bazen (belki de çoğu zaman) ipin ucu kaçıyor.
Aynı anda herkesin aklına gelini söyleme isteği çoğu zaman sınıftaki ahengi bozuyor. Bazıları bu durumu kullanıyor. Bu da disiplin sorunlarını doğuruyor.
İşte her ne olursa olsun çok sinirlendiğim, kızdığım durumlarda kendimi “burası ceza infaz kurumu değil ben de ceza infaz memuru değilim” diyerek teskin ederim.
Faydası oldu mu, derseniz hem de çok derim.

sb 28/08/2012

Bir soru, bir eleştiri ve bir hakkı teslim (2012–KPSS ORTÖĞRT)

(I) Geçen yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkçe okuma yazma bilenler, nüfusun yüzde beşinden fazla değildi. (II) İşte bu ortamda yazmaya başladı Ahmet Mithat Efendi. (III) İlkin İstanbulluların, zamanla da taşranın ilk öğretmeni oldu. (IV) Herkeste okumaya karşı ilgi uyandırdı, insanlara okuma sevgisi aşıladı. (V) Söylendiğine göre, öyküleri öylesine sürüklermiş ki okurlarını, bir gün gazetede yayımlanan bölümlerde olaylar uzatılınca sonucu bekleyememiş, kısaltılması için matbaayı basmış okurları.
“Bu parçadaki numaralanmış cümlelerle ilgili olarak aşağıda verilenlerden hangisi yanlıştır” şeklinde sorulan sorunun giriş cümlesine dikkat ediniz, ‘geçen yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nda’…
Evet ey azizan, soruyu hazırlayan kurum iyice tefessüh etmiş.  Evvela geçen yüzyılın ikinci yarısı 1950-2000 yıllarını kapsar. Oysa soruda 1850-1900 yıllarının kastedildiği anlaşılıyor.
Neyse mal bulmuş mağribi gibi bulduğumuz bir yanlışın üstüne bütün gücümüzle atlamayalım. Paragrafı hazırlayana hakkını da teslim edelim:
'19. yüzyıl Osmanlısında Türkçe okuma yazma bilenlerin, nüfusun yüzde beşinden fazla olmadığı'na dair verilen bilgi bazı zevata önemle duyurulur…
Sb 27/09/2012

Kurtuluş Savaşı'nı çete savaşı olarak gören adama cevabımdır

Geçenlerde Turgay Güler'in Sıradışı Tarih programında sık sık boy gösteren Mehmet Çelik'ten yakın tarihimizle ilgili anlamakta zorlandığım yorumlar dinledim.

Konuşan tarih profesörü değil kahvede oturup ahkâm kesen cahil bir adamdı sanki.

Önce Kurtuluş Savaşı’nı çete savaşı derekesine indirdi sayın profesör. Yurdu işgalden kurtardıktan sonra Suriyeli dostlarımızın yardımına koşmayışımız affedilmez hatalarımızdan biridir mezkûr zata göre. Ki daha önce söz vermişmişiz onların da yardımına koşacakmışız vs. Ayrıca sayın(!) profesör, Mustafa Kemal'in Sivas Kongresi öncesinde (veya sonrası) İngilizlerle gizlice anlaştığını söyledi ağzından köpükler saça saça.

***
Şimdi ey azizan, milli mücadelede 10 bin kişinin ölmesi onu çete savaşı olarak görmeyi ve küçümsemeyi gerektirmez. Bu mantık Hüseyin Çelik'in 'üç-beş Mehmetçik öldü diye ...' başlayan demecinin saçmalığına götürür bizi. Bu durumda istatistik ilmine, sayılar bilimine taptığımız rahatlıkla söylenebilir ki istatistik, bilindiği gibi bikini gibidir…

Galiba burada amaç devr-i sabık yaratmak, eskiyi boyuna kötülemek. Aynısını hatırlanacağı gibi Cumhuriyet’i kuranlar da Osmanlı için yapmıştı…

***
Suriyeli ya da bir kısım Arap dostlarımızın yardımına koş(a)mayışımıza gelince…

Falih Rıfkı Atay, Zeytin Dağı adlı otobiyografik eserinde, Güney Cephesi’nde iken Cemal Paşa’nın ağzından ‘buralarda ne işimiz var’ dediğini aktarır.

Gerçekten de Osmanlı gereğinden fazla genişlemiş, asıl unsuru ve asıl vatan parçasını ihmal etmiştir. Cumhuriyet’i kuranlar bu gerçeği fark etmiş olacaklar ki eski hayallerden vazgeçip asıl unsuru ve asıl vatan parçasını imar ve inşa etmek derdine düşmüşlerdir. Bu meseleyi de böyle anlamak gerek.

***
Mustafa Kemal'in Sivas Kongresi öncesinde (veya sonrası) İngilizlerle gizlice anlaştığı iddiası sansasyonel bir iddiadır. Bugüne kadar İslamcılardan çok duyduk bu iddiayı ama bunu dillendirenler Mustafa Kemal’in iktidarı İngilizlerin desteklediği Yunanlardan dövüşerek aldığı gerçeğini de görmeleri gerekir. Eğer dedikleri gibi olsaydı diye lafı uzatmaya gerek yok.

İşgalden sonra da Ankara’nın başkent olmaya devam etmesi asıl amacın Anadolu insanını ihya (uluslaştırma) ve Anadolu’yu imar ve inşa olduğu anlaşılıyor. Yani savaştan sonra biz İngiliz sömürgesi olmadık. Bilakis bütün tehlikeleri bertaraf için seküler bir mantıkla uluslaşma çabasına girdik.

Galiba burada anahtar kelime sekülerleşme. Bu kavramla benim de içinde olduğum ve neyi muhafaza ettiğini bilmediğim çevrelerin sisteme entegre olamayışlarının ve onu her fırsatta eleştirmelerinin de asıl sebebine temas etmiş oluyoruz.

***
Şimdi gelelim nicedir yazmak istediğim bir meseleye. Halikarnas Balıkçısı anlatıyor Mavi Sürgün adlı otobiyografisinde.

İşgal altındaki İstanbul’dan bir sahne… Askerler karavanalarla çorba taşıyorlar ve bazılarından çorba damlıyor. Sekiz-dokuz yaşlarında kara yağız, zayıf bir çocuk damlaların döküldüğü yere diz çöküyor ve onları yalıyor…

***
Kemal Tahir’den okuduğum romanlarda ve hikâyelerde de yukarıdakine benzer gerçeklerle karşılaşıyoruz. Dutlar Yetişmedi adlı hikâyesinde Kemal Tahir çok acıklı bir gerçekle karşılaştırır bizi. Çocukları açlıktan ölmek üzere olan bir kadın onlara en son çare olarak dutların yakında yetişeceğini söyler, fakat mevsim iki hafta gecikir. Kadın daha fazla dayanamaz intihar eder. Unutulmamalı ki her ne kadar bir kurmaca metinden bahsediyorsak da 1940’lı yıllarda dahi Anadolu’da yaşanan bir insanlık gerçeğidir anlatılan.

Kemal Tahir başka eserlerinde de Anadolu insanının içinde bulunduğu fak u zarureti bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer.

***
Gene Kemal Tahir’e göre biz, Milli Mücadele’yle düşmanı değil asıl kendimize olan güvensizliğimizi, imansızlığımızı yendik.

Kim bu Kemal Tahir?

Yeni Cumhuriyet’i n mahkemelerince sosyalist olduğu gerekçesiyle muzır addedilip haksız yere yıllarca hapis yatmış bir ulu kişi…

Bu gerçeklikleri yazımın başında andığım kişiye ve tüm okumuş cahillere hatırlatırım.

sb 28/09/2012

Vesayetlerden hangisini alırdınız?

Bilindiği gibi vesayet değil vesayetler vardır şu âlem-i fanide. Mesela birkaçını şöyle sıralayabiliriz: Amerikan vesayeti, askerî vesayet, cemaat vesayeti ila ahir…
Başta Amerikan vesayetine yer verdik ki Türkiye’de öteden beri hep var olagelmiş vesayetin adıdır. Öyle ki Amerika’daki seçimler ülkemizdeki seçimlerden çok daha fazla etkilemektedir bizleri.
Bu vesayetlerin hiçbirini diğerine tercih etmeyelim,  ama gene de birini tercih et deniyorsa toplumu sekülerleştirme kaydı şartıyla askeri vesayeti tercih edebilirim.
Buradan vesayetçi olduğum asla çıkmamalıdır, meselemi misalen anlatmak istedim o kadar.
Geçenlerde eski bakanlardan Tınaz Titiz, Hulki Cevizoğlu’nun Karadeniz Tv’deki Cevizkabuğu adlı programında mealen ‘demokrasi sandığa oyumuzu attığımızda başlar’ diyordu. Ona göre örgütlü toplum ortaya çıkarılacak ve siyasetçiler de örgütlü toplumun istek ve arzularını genel hak ve hürriyetler çerçevesinde yerine getirmeye çalışacaklar.
Tınaz Titiz’in hayalini kurduğu demokrasilerde siyasetçi bulmak kolay olmayacaktır. Çünkü gerçek demokrasilerde siyasetçiler,  kafalarını kaşıyacak zaman bulamayacak ve örgütlü toplumun bireylerine daima hesap verir olacaklardır.
Hâsılı, canım ülkemin canım insanları bir vesayetten diğerine savrulurken demokrasi adına, birey fikrinin kuvvetlendirilmesi adına fazlaca bir şey yapamamak insanı derinden yaralıyor.
Sb 17/10/2012

Birey ve mefhum-u muhalifleri üzerine

Önceki yazılarımda edebiyat ders kitaplarından ilhamla insanlığın tarihini üç ana başlıkta inceleyebileceğimizi belirtmiştim: Destan dönemi, din dönemi ve modern dönem.
Her dönemin kendine özgü anlayışı ve bu anlayış doğrultusunda ortaya çıkan insan tipi vardır.
Sondan başlayacak olursak modern dönemde hayata akıl ve mantık egemendir ve bu sebeple birey dediğimiz insan tipi boy gösterir.
Bireyin tekrar tekrar tanımını yapmak yersiz. Belki birey için en basitiyle her türlü tutsaklıktan azade insan, denebilir. Ama şu bilinmeli ki birey dediğimiz insan tipi modern zamanlarda ortaya çıkmış ve yaygınlık kazanmıştır. Ülkemizde henüz bu insan tipi çoğunlukta değildir. Bunun bir nedeni – hem de önemlisi- biat kültüründen kurtalamış olmamız.
Birey kavramıyla birlikte vatan, vatandaşlık, hak, hürriyet, eşitlik, yasa, anayasa, meclis, demokrasi kavramları  da modern dönemde hayatiyet kazanmıştır.
Önceki dönemlerde bu kavramalara (Eski Yunan’ı istisna  tutarsak) rastlamak pek mümkün değildi. Fransız İhtilali’yle  neşvü nema bulmuş bu kavramlar özellikle bizde çok yenidir. Bunların çoğunun menşeini Tanzimat’a kadar götürebiliriz. İçselleştirilmesine, benimsenmesine gelince… Galiba daha yolun başındayız.
Birey kavramının mefhum-u muhalifleri
Birey kavramının mefhum-u muhaliflerini modern dönem öncesinde aramak gerekir. Bu da din dönemidir.
Din döneminde  bireyin mukabili olan insan tipine teba (tabi olan anlamında), reaya (kelimenin kök anlamı davar sürüsü demektir) ve kul denebilmektedir.
Padişah halka kullarım, diye hitap edebilmektedir ve bütün mülk onundur. Dolayısıyla birey, vatan, vatandaşlık, hak, hürriyet, eşitlik, yasa, anayasa, meclis, demokrasi gibi kavramlardan modern zamanlardaki anlamlarıyla bahsetmek zeka düşüklüğü olacaktır.
Şunun bilincindeyiz, her dönem kendi içinde mütaala edilmelidir. Ama sorun, kimi safdil kardeşlerimizin önceki dönemi hayalhanelerinde ‘kaybedilmiş cennet’ olarak yüceltmeleri. İşte bu aymazlara meseleyi ucundan kulağından çıtlatmaktır yaptığım.
Destan dönemi insanına gelince… Onu konuşmaya bile değmez. Çünkü destan dönemi insan tipi yaşamıyor artık. Yanılıyor muyum yoksa?!
sb 17/10/2012

Allah'ın sırlarını çözmeye çalışmanın günahlığı ya da meleklerin bacaklarını gözleme iddiası!..

takiyuddin bir osmanlı müneccim ve matematikçisidir. eğitiminden sonra tennis kadılığına atanıp burada yaptığı çalışmalarla büyük ün kazanmıştır. mustafa çelebi öldükten sonra saray müneccimbaşılığına atanır. bu görevde iken iii. murat'a artık uluğ bey in çalışmalarının eksik olduğunu gösteren bir rapor sunar. ve sadrazam sokollu mehmet paşa'nın desteği ile 1575'de tophane sırtlarında bir rasathane kurar. bu rasathane dönemin en iyi araç ve gereçleriyle donatılır. ve bu araç gereçlerin çoğunu kendi yapmıştır. takiyuddin ayrıca trigonometri,logaritma gibi alanlardanda çalışmalar yapıp bunlardan faydalanır. ancak takuyiddin'in çalışmaları uzun süreli olmaz. 1577'de görünen bir kuyruklu yıldız,bunun arkasından olan bir deprem ve 1578'deki bir veba salgını gözleri rasathaneye çevirir. (ayrıca o dönemde veba ya yakalananlar günahkar olduğu için allah tarafından cezalandırıldığı gibi bir düşünce hakimdir). rasathane hakkında çeşitli söylentiler çıkar. hatta bunlardan birisi takiyuddin'in rasathaneden meleklerin bacaklarını gözlediğidir.şeyhülislamın görüşü ise takuyiddin'in allahın sırlarını çözmeye çalıştığı, bunun günah olduğu bu yüzden başlarına felaketler geldiğidir. sonunda padişah iii. murat dönemin deniz kuvvetleri komutanı kılıç ali paşa'yı görevlendirir. ve rasathane 1580de(galileo nun dünyanın döndüğünü idda etmesinden 30 sene önce) kılıç ali paşa tarafından topa tutularak yıkılır.http://www.uludagsozluk.com/k/takiyuddin/

Türk aydınının soy ağcına farklı bir bakış

Türk aydın tipinin soy ağacı bugüne kadar etraflı bir şekilde çıkarılmış mıdır? Bu soruya rahatlıkla hayır diyebiliriz.
Türk aydın tipinin soy ağacı çıkarıldığında bu ağacın köklerinin Kutadgu Bilig yazarı Yusuf Has Hacip’e, Divanı Lügati-Türk yazarı Kaşgarlı Mahmut’a ve Atabetü’l-Hakayık yazarı Edip Ahmet’e kadar uzanacağı düşünülebilir.
Burada mesele bu soyağacının nerelere kadar götürülebileceği değil bu ilk aydın tipinin belirleyici vasıflarının ne olduğudur.
Bu vasıflardan birini şuradan çıkarmak hiç zor olmasa gerek: Kutadgu Bilig yazarı eserini Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a Atabetü’l-Hakayık yazarı ise Dad İspehsalar Beyi’ne sunmaktadır.
Yani hep bir hami arayışı göze çarpıyor.
Osmanlılar zamanına ve divan edebiyatı şairlerine gelince...
Divan edebiyatının yüzde kırkı gazel edebiyatıysa yüzde kırkı da kaside edebiyatıdır; yani tabir-i amiyaneyle yalakalık edebiyatı...
Tanzimat’tan bugüne aydın tip/ler/ini bir kalemde geçmek istiyorum. Çünkü bu çok meşakkatli bir iş. Benim yaptığım bir konuda ceffelkalem görüş beyanıdır.
Günümüzde aydın tipi eski aydın tipinden çok daha sıkıntılı gözüküyor. Bugün imkanlar daha geniş olduğu halde her devrin adamı olarak konuşmaya yazamaya devam edenler çoğunlukta. Devrin hükümdarını eleştirmekten korkanların sayısı hiç de az değil.
Hâsılı bir zamanlar şair Nabi’yi her devrin, iktidarın adamı olmakla eleştirirdim. Yanılmıyorsam altı padişah ve birçok da sadrazam görmüş. Bazen gözden düşmüş çoğu zaman da talihi yaver gitmiş birinin himayesine girmekte gecikmemiş. Bugün Nabi’yi haksız yere eleştirdiğimi anladım. Çünkü serveti yedi sülalesine yetecekken kalemini satan en azından doğruları yazamayan aydıncıklardan geçilmiyor...
sb28/11/2012

14 Temmuz 2013 Pazar

Dücane Cündioğlu’ndan inciler


*(siyaset için) ne karşısında ne de yanında yer alabileceğim bir taraf var. Ne övgüme lâyıklar, ne de yergime!

*Yaratma dişil bir eylemdir. Bu nedenle de kitaplarım mucizevidir. Aşk mucizevî değildir, bizzat mucizedir.

*Ben hep, daima ve biteviye âşık olanlar taifesindendim. Kişi Mecnun olunca Leyla'nın kim olduğunun ne önemi var!

*Eksik bilgi ızdırap verir insana, tam bilgi değil. Ben de huzur ve sükûnu bulduğuma inanıyorum. (Cahillik mutluluktur' derler. Bu kadar çok bilgi sizi mutsuz etti mi? Sorusu üzerine)

*Galiba ben a-sosyal değil, anti-sosyal bir kişiliğe sahibim.

*Bir kelimenin kökünü bilen hakikatini de bilir. Hakikatte dil ile varlık, düşünce ile varlık arasında hiçbir fark yoktur. dücane

EFSANEM BENDEN BÜYÜK

*Yirmiyi aşkın basılmış kitabınız var. Zengin bir adam mısınız? Benim gelirim yaşamım boyunca kiramın iki katına çıkmadı doğru dürüst. Dünya sıkıntılarıyla aram gayet iyidir çok şükür! Izdırap beni sever. Efendimiz, "Yoksulluğum övüncümdür" diyor; ben niçin demeyeyim?

*Sizi ekranlara pek göremiyoruz. Televizyona çıkmakta niçin isteksizsiniz?

İnsanımız düşünmeyi ve düşünürleri pek sevmiyor da ondan. Arada bir televizyonlarda görünüyorum, o da ev sahibim önemli biri olduğumu hatırlasın da kirama çok zam yapmasın diye. Komik ama, bir tek o, efsanemin benden daha büyük olduğunu bilmiyor.(Gülüyoruz)

*Zor birisiniz. Merak ettim, talebelerinizle aranız nasıl acaba?

Oğuz Atay'ın söylediği gibi: "Şimdiki gençler başka türlü babacığım" demiş, "her sözden tek anlam çıkarıyorlar." Oysa ben abartıdan, çokanlamlılıktan hoşlanırım. Eh tabii, onları kızdırmaktan da. Derse başlarken "Benden aslâ hata sâdır olmaz!" diyorum ama bakıyorum yanlış anlayacaklar, hemen "lütfen siz de, ben de bu iddiaya inanacak kadar aptal olmayalım" diye lâtifemi açıklamak zorunda kalıyorum.(Gülüyoruz)BEYZA AKYÜZ

HAKİKAT TARİFLERİM

Bir sınıfta şöyle hakikat tarifleri yaptık:

1.Hakikat çok veçheli(yüzlü) çok buutlu (boyutlu) bir şey.

2.Buut kelimesini çocuk bulut diye anlıyor ve şöyle yazıyordu: Hakikat çok bulutludur. Çok beğendim bu ifadeyi. Hakikat hiçbir zaman bikinili değildir, tesettürlüdür, diyordum.

3.O zaman hakikat tesettürlüdür demekte bir beis yok.

4.Bir diziden mülhem, hakikat her şeyden hızlı koşar, diyoruz.

5.Hakikat sürekli değişir, bir kere ele geçirildi mi ilanihaye, ya da sürgit demeliydim, aynı kalmaz.

6.Hakikat nurdur, ışıktır, aşktır, karanlığın zıttı olan her şeydir. Kısaca bizi zulmetten nura çıkaran şeydir hakikat. Sb 08/04/2011

Fehmi Koru'nun Taha'sından bir nükte

Server Bedi için "Peyami Safa Bey onun evinde oturur" derlerdi, benim öyle bir övüncüm bile yok. Taha Kıvanç

Not: Buradaki espriyi kavrayamayan olabilir. Server Bedi Peyami Safa'nın müstear ismi, Taha Kıvanç ise Fehmi Koru'nun...

Beşir Ayvazoğlu yazıyor:"Hayır beyim, biz vahşi insanlarız!"

Kime ait olduğunu unuttuğum bir karikatürü hatırladım: Siyahî bir Afrikalı, kendisine "Sizin tankınız, topunuz, tüfeğiniz var mı?" diye soran Avrupalıya şu cevabı veriyordu: "Hayır beyim, biz vahşi insanlarız!"

Osmanlıyı biraz da böyle okumak lazım

Osmanlı esasında bir İstanbul Dükalığı idi. Mesela İstanbul halkı orduya asker vermezdi.Yalnız hanedan ve ilmiye sınıfından olanlar eğitilirdi. İlmiye sınıfı mensuplarının erkek (kız değil erkek) evlatları dünyaya geldiğinde beşik uleması pâyesini alırdı. Dikkat buyrulsun beşik uleması. Çocuk beşikte nasıl ulema olur ben bilemedim.

Efendim her şeyi günün şartlarına göre değerlendirmek lazım teranelerine hiç aklım ermez benim. Ya ebedî ve ezelî hak ve hakikatlere mazhar olduğunuzu söylemeyeceksiniz ya da bu hak ve hakikatlere mazhar olmuşsanız mazeret üretmeyeceksiniz.

Osmanlı esasında yeni bir şey söylemiyor. Söyleseydi modern medeniyeti Osmanlı üretirdi üretirdik. Peki, Osmanlı ne idi? Osmanlı, gelişimini tamamlamış bir dünyanın/medeniyetin/zihniyetin genç ve bakir Türkler eliyle altı yüz yıl daha devamından başka bir şey değildir. sb 2011

Yorumsuz: "Sütlerinden ve bevillerinden için!"

Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ureyne kabilesinden bir grup insan Medineye gelmişti. Burası sıhhatlerine iyi gelmedi, hastalandılar. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da onları sadaka develerinin bulunduğu yere gönderdi ve:
"Sütlerinden ve bevillerinden için!" emir buyurdu. Onlarda içtiler ve iyileştiler." [Tirmizî, Tıbb 6, (2043).]
Bu hadise, Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Nesâî gibi diğer hadis kitaplarında da muhtelif vecihleriyle rivayet edilm

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Hz. Peygamberin ümmiliği (okuma yazma bilmediği) üzerine

Hz. Peygamber ümmi miydi, değil miydi diye bir tartışmaya şahit oldum. Kanaatimce bu tartışma yersiz.Çünkü şifahi kültür toplumunda okuması yazması olmak matah bir şey değildir. Böyle bir toplumda okuması yazması olmamak cahil olmak anlamını asla içermez.

Yanılmıyorsam kimileri şu fikirde: "Allah'ın resulü okuması yazması olmayan biriydi, yani hiçbir şey bilmez biri. Dolayısıyla Kuran gibi fasih bir kitabı o yazmış olamaz. Olsa olsa bu kitabı peygambere Allah vahyetmiştir."Düşünce bu. Yukarıda da dediğim gibi şifahi kültür toplumunda okuması yazması olmamak cahil olmak, hiçbir şey bilmemek değildir. Aksine bazı zeki insanların böyle bir toplumda büyük hatip olmaları gayet mümkündür.Her metin bir konuşmadır. Kuran'ın metnine bakarsanız onun bütünüyle zamanının sorunlarıyla ilgili hitabet türünde fasih bir konuşma olduğunu görürsünüz.

Bir başka husus da şu: Galiba M. İslamoğlu ümmi kelimesinin etimolojisiyle ilgili verdiği bilgide şunları söylüyor.' Ümmi, anne demek, yani safiyetini yitirmemiş olmak, ayrıca önceki manayla ilişkili olarak Hanif dinine mensubiyet anlamını da taşır.' Demek ki peygamberin ümmiliği onun İslam'dan önce hiçbir şey bilmezliğine işaret etmez. sb 13/07/2013

Hafızlık eğitiminin çağımızda geçerliliğini yitirmesi üzerine kısa bir değini

Hadislerde hafızlık eğitiminin çokça vurgulanmasının nedeni şüphe yok ki toplumun şifahi kültür toplumu olmasıdır.

Yazılı kültürün son derce kısıtlı olduğu bir çağda ilahi kelam olduğu düşünülen bir metnin gelecek nesillere eksiksiz ve yanlışsız aktarılması tabi ki hafızlıkla mümkündür. Dolayısıyla  hafızlığa çok sayıda hadisle vurgu yapılması anlamlı ve bir o kadar da elzemdir.

Bugün, yani yazılı kültürün geliştiği bir çağda hala yüzlerce binlerce sayfayı ezberlemenin faziletinden bahsedenler var. Bunların ilim ve irfan sahibi olduklarından ve bugünü ve dünü doğru dürüst anladıklarından  kuşkuluyum.      sb 13 Temmuz 2013

11 Temmuz 2013 Perşembe

13. 14. yy. Anadolu'su üzerine...

13. 14. yüzyıl Anadolu'sunda Yunus Emrelerin, Mevlanaların ve Hacı Bektaşi Velilerin yetişmesinde siyasi boşluk etkili olmuş mudur?
Şüphesiz, evet...
Yukarıda saydığım isimlerin hepsi vahdet-i vücut anlayışına sahip Anadolu erenleri.
Gene kanaatim odur ki yukarıdaki isimlerin üçü de heterodoks İslam anlayışına sahip...
Vakta ki Osmanlı kuruldu, ülkede siyasi boşluk giderildi işte o vakit İslam’ın katı yorumu -belki de insanların idaresini daha da kolaylaştırdığı düşüncesiyle- benimsendi. Bir süre sonra da  ortodoks İslam anlayışı devlet eliyle kitlelere benimsetildi. 
İmdi, vahdet-i vücud nazariyesi benim gibi olmayana saygı duymamı,  yaratılanı yaratandan ötürü hoş görmemi zorunlu kılar. Dolayısıyla  kısmen de olsa demokrasi fikrini çağrıştırır.
13. 14. yüzyıl Anadolu'sunda siyasi boşluğun yanı sıra çok farklı etnik ve dini unsurun bir arada yaşaması Müslüman cemaatlerin içinde vahdet-i vücut anlayışını, heterodoks yapıları doğurmuştur.
Tabii bu söylediklerimin iyi niyetle sunulmuş kanaatler olmaktan öte bir değeri yok.
sb  19/12/2012

Aix - Londra - İstanbul Mektupları'ndan Seçmeler

Ezilenler, ezilenler! Allah onların da belasını versin. Ezilmesinler be. s.33
***
Türkün ilk hızından kork.  s.68
 ***
Balık ve misafir üç günde kokar. Çin atasözü s.69
***
Köpeğin ahmağı baklavadan pay umarmış bayram günü. s.78
***
S. Beyazıt: Hayatı hep üstün başarı üzerine kurgulamışız. Neden "sıradan insan" kalmak bazılarımıza çok ağır geliyor? Neden hep bizden öncekilerin yarattığı (doğruluğu tartışılabilecek) değerler peşindeyiz. Bir çoğumuz çocuğumuzun Mozart gibi olmasını dileriz. Oysa Mozart. kaybedilmiş bir çocukluk döneminin ardından yarattığı değerlerin tadını çıkaramadamadan öldü gitti. Her ana bir gök taşının çarpmasıyla tuz buz olabilecek bir evrende bu kadar çabalama bazen size de anlamsız gelmiyor mu?
O. Suda: Evet bir anlamsızlık kesinlikle var. Hepimiz  zaman zaman karamsarlığa, umutsuzluğa düşüyoruz. Tedirginiz. Ama iyi ki tedirginiz. Çünkü bize sunulanı kabul etmemiz, bize biçilen hayata karşı çıkmamız tedirgin olduğumuz içindir. Ve de iyi ki kendimiz toparlayabiliyor, dünyamızı yaşanılır kılmaya kaldığımız yerden devam edebiliyoruz. Yüce güzellikler vurgunuyuz bizler. İnsanlık kaybettiği eşeğini bir gün mutlaka bulacaktır. s.160
***
"Siyaset sahnesinde su üstünde kalanlara itibar etmeyin. Gerçekte hafif oldukları için su üstünde kalmışlardır." Balzac  s.162
***
Işığı Yanan Evler
"Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim.
Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu.
Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacıanneye sıkılarak:"Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim. Hacıanne: "Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi.
Merak ettim, tekrar sordum: "Trenden sizin bir yakınınız mı inecek ?"
Hacıanne: "Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, 'ışığı yanan bir ev' bulsun diye bekliyoruz."
Konya Ovası'nda, ya da bir başka yerinde Türkiye'nin, trenden inen yabancılar için "Işığı yanan evler" yerinde hâlâ duruyor mudur? Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler? Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler. Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.
Şâir öyle diyordu: "Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler."
Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler?
Onları ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler? Ey güzel yurdumun güzel insanları! Neredesiniz?" Saffet Solak'ın bir hatırasıdır.s.172
***
"Korolenko genç Çehova sorar: - Nasıl yazıyorsun öykülerini? Çehov göz gezdirir odaya. Masanın üzerinde duran kül tablasını eline alır ve şöyle der: Yarın uzun bir öykü çıkarabilirim bu kül tablasından, çünkü kendi içinde barındırıyor bu evde yaşayanları, bu odaya gelenleri, onların konuşmalarını, dertlerini, hüzünlerini, özlemlerini...Ertesi gün öykü hazırdır. İnanılmaz bir öyküdür Kül Tablası. Nutku tutulmuştur büyük yazar Korolenkonun." s.180
Aix - Londra - İstanbul Mektupları, Nezihe Meriç - Orhan Suda

Türk Aynştaynı/Oktay Sinanoğlu Kitabı'ından

"Takma akıl yarım adım gider." s.143
"İngilizcede terim türetme yeneği yoktur.Birkaç yüzyıllık sentetik bir dil."s.147
***
"Amerikada sistem gereği her on yılda iktisadi çöküntü yaşanır."
"Amerikada üniversitede "iç üreme"yi önlemek için her çalışma başka bir yerde yapılır..." s.295
Okta Sinaoğlu'na Amerikadaki bir üniversite rektörü sizin için ne yapabilirim diye sorar. Tabi bu soruyla muhatap baskı altına alınmış olur. O da bilmem ama ben sizin için bir şey yapabilirim, der. s.52
"Sokağın toprağını, kirini süpüre süpüre bitiremezsin." (Eski Uygur metinleri/Burhan) İnsan kendi doğrultusunda gitmeli, şayialara aldırmamalı.s.157
Oktay Sinanoğlu'na göre Türkiye'nin Durumu
"Eskiden hıfzısıhhada çocuk yaşta bir araştırmaya şahit olmuştum; Attan kan alınacağı için burnuna kocaman bir mandal takılırdı. Sonra da doktor boynuna kocaman bir iğne batırıp kan alırdı. Zavallı atın haberi yok; burnu çok hassas olduğu için mandalla meşgul; kanın alındığını fark etmiyor.İşte durumu bu." (Oktay Sinanoğlu Kitabı, s.425)

Okumayan Kalmasın!.. Bir Hikaye / Sırça Köşk - Sabahattin Ali

Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış.. Bugünden yarına geçinmek , gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar , beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alınteriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş , çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün , uzun bir yolculuktan sonra , yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar , acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız , diye acı acı düşünürlerken , içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş , hemen yerinden fırlayıp :

‘Gelin beraber , bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde yaşarız ! ‘ demiş.

Ötekiler :

‘Bu sırça köşk de nedir ?’ diye sormuşlar, beriki :

‘durmayın , vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!’ diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş.

İndikleri şehir , o memleketin başşehri imiş. Be memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkanlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanmayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir , kavgasız dövüşsüz, efendisiz , uşaksız , ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek , nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.

Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar , kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.

Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere , sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp , yanlarından geçenlere duyuracak şekilde :

‘Allah Allah.. amma da acayip memleket ha!..’ diye söylenirlermiş..

Bir sokak gitmişler , öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar. Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba ? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş :

‘Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?’

Ahbapların elebaşısı :

‘Yahu , sizin memleketin sırça köşkü nerde?’ diye öğrenmek istemiş.

‘Ne sırça köşkü?’

‘Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu7?’

‘O da neymiş?’

Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp :

‘Aman yarabbi , daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!’ demiş.

Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:

‘Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de yaparız!’

‘Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir , sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu? Haydi dostlar gidelim!’

Halk aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanına sokulup :

‘Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Madem ki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!’ demişler.

Yabancıların elebaşısı :

‘Olmaz.. Olmaz.. Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil.. Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehre gidelim!’ demiş. Ama halk bırakmamış, ‘ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!’diye direnmiş.

Oturup hesabını yapmışlar , hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış , şehrin en büyük meydanına kum taşımaya , kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki :

‘İşte , sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil , memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama , o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız..’

Halk , artık bir sırça köşkümüz var , diye sevinmiş, kendi yediğinden , giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış :

‘Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize , hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.’

Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlara koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler.

Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan oradan çıkmak istemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş.. aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık : ‘sırça köşk lazım, anladık , ama bu kadar çok kadar odaya , bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?’ diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış :

‘İşte’ demiş ‘şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu?.. Şu odalarsa baş yardımcılarımızın.. Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır , ne siz kalırsınız!’

Halk :

‘Pekala’ demiş, ‘ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?’

‘O mu? Ne diyorsunuz ? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?’

‘Ee.. şu odadaki?’

‘Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri , noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur.. öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?’

‘peki, ya şuradaki?’

‘Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.’

‘Bunu da anladık, ya bu odadaki?’

‘Sırça köşkün odalarını süpürtür..’

Halk ne sorduysa cevabını almış , bütün odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş.. Eh artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça , halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini , giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış ; çünkü sırça köşkün adamları , gezdikleri , dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm , bin bir hile ile sustururlarmış.. sırça köşkün de gözü doymak bilmez , istedikçe istermiş. Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için , kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler , yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle , köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış.. Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar.. Onların böyle homurdandığını , artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki :

‘Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz.. Onun azameti , parlaklığı yanında üç beş çuval ekin , dört baş davar nedir ki ?.. Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başla bir şey düşünmüyoruz.. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleri halka dağıtılsın!’

Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı olarak giren , şimdi kesilip , yüzülüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar..

Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış :

‘İyi ama bu başın beynini almışlar!’

Elebaşı balkondan seslenmiş :

‘Öyle.. Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!’

Başka biri :

‘Peki, ya bu başların dili de yok!’ diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş:

‘Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!’

Bir üçüncüsü :

‘Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!’

Elebaşı ona da cevap vermiş :

‘Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz , vazgeçin ondan da..’

Bunun üzerine halk , beyinsiz , dilsiz, gözsüz kelleriyle dağılmak üzereyken , aralarında canından bezmiş biri :

‘Böyle başın da bana lüzumu yok!’ diyerek , boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada ‘şangır!..’ diye koskocaman bir gedik açmış. Halk her şeyden sağlam , hiç bir zaman yıkılmaz , kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce , elindeki kelleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş..

Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkarmamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken , şu nasihatı vermeyi unutmazlarmış :

‘Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız.. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa , onun yıkılmaz , devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter..’

Modern zamanların samimiyetsiz ilişkileri üzerine...

Her düşünceden, her görüşten çok sayıda arkadaşı olmak...Bana göre bu, köşeleri olmamak, demek olup şahsiyet yokluğunu gösterir.   Herkese m...