15 Kasım 2013 Cuma

Ceddimizden kalan köşk on para eder mi?

11. sınıf edebiyat ders kitabında şöyle bir soru tevcih edilmişti. Ceddinizden bir köşk kaldığını düşünün. Bu köşkü yıkıp yerine yenisini mi yaparsınız yoksa restore edip içinde mi yaşarsınız veya öylece bırakır yanı başına çağın gereklerine uygun bir bina mı yaparsınız?
Oldukça müşkül bir soru. Malumunuz 11. sınıf edebiyat ders kitabı yenileşme dönemini kapsar. Bu soru ancak Türk modernleşmesi bağlamında değerlendirilirse bir anlam ifade eder zaten. Bu sebeple soruya verilecek her cevap kendi içinde açmazlar da içerecektir.
Avrupa'nın bikr-i fikri ile Asya'nın akl-ı pîrânesini tezevvüç ettirmek
Tanzimat aydınları “Avrupa'nın bikr-i fikri ile Asya'nın akl-ı pîrânesini tezevvüç ettirmekten” söz etmişlerdir. Oysa biz savaşı kaybetmiştik. Ortada batının bikr-i fikriyle evlendirilecek ne dişil ne de eril bir akl-ı pîrânemiz kalmamıştı. Ne yazık ki bizde kimi safdiller hâlâ bu rüyanın, böyle bir evliliğin peşindedirler.
Yineleyelim…
Tanzimat kafası meselenin çözümünü köşkü çağın gereklerine göre restore etmekte görmüştür.Böyle gördüğü içinadına Tanzimat dedikleri dost alışverişte görsün düzenlemeleriyle yetinilmiştir. Yani kafaları restorasyondan başka bir şeye basmaz Tanzimatçıların. Başka türlüsü olabilir miydi ya da başka türlüsünü bekleyebilir miydik? El-cevap: Hayır. Bir insana bütün iddialarından bir çırpıda vazgeç denilebilir mi? Denilemez. Öyleyse biz de Tanzimatçılardan restorasyon fikrinden başka bir şey bekleyemeyiz.
Köşk elimizde mi patladı?..
Köşk iyiden iyiye sorun olmaya başlamıştı. Ne adam akıllı restore edebiliyor ne de yıkıp yerine yenisini yapabiliyorduk. Satıp kurtulmak da mümkün değildi. Hem neyi satıyorsunuz, bu bildiğiniz vereselerden değil efendim. Nihayet Cumhuriyetle çok radikal bir karar alınıyor, köşk yıkılıp yerine yepyeni, eskisine benzemez bir yapı ihdas ediliyordu.
Köşkün yıkılması çok sancılı oldu…
Eskinin yıkılıp yerine eskiye hiç benzemez yeninin ihdası oldukça sıkıntılı olmuş bu süreçte çok canlar yanmıştır. Bu cezri tutum geniş kitleyi korkutmuş ve kitle zaten alışkın olmadığı, daha öncesinde de tanımadığı okula sırtını dönmüştür. Bu nedenle hakiki modernleşme uzunca bir süre sekteye uğramıştır.
Köşkün eski varisleri mahkemeyi kazandılar
Cumhuriyetle yıkılan köşkün mirasçıları yıllardır mahkemedeki davalarını kazanmış görünüyorlar. Ama korkarım ki bu bizim için hayırlı olmayacak. Gene Tanzimat kafası hortlayacak, meselenin aslı ıskalanacak.
Çözüm…
Yobazlığın def’i … Savaşın kaybedildiğini kabulü … Hangi savaşı kaybettiğimiz sorulacak. Ana fikirlerimizin ve hayatın bütününe dair iddialarımızın karşıt medeniyetin ana fikir ve iddialarıyla giriştiği savaşı diyeceğim. Bu şüphesiz esaslı bir kayıp.
Hasılı köşkü gerçekten yıkacağız. Yerine modern usul ve yöntemlerle yepyeni bir yapı inşa edeceğiz. Bunu ne eskiyi diriltmek ne de büsbütün yeni diye hiçbir emeğimizin ve katkımızın olmadığı yeniyi kondurmak şeklinde yapmayacağız. Eskiden belki ilham alacağız ama yeniyi de hak edeceğiz. Yani yeni dediğimiz ithal malı olmayacak onu biz üreteceğiz. Hangi mantıkla. Belki de eskinin zıddı olan yeni, yepyeni bir mantıkla… Yobazlığın def’inden kastettiğim de bu zaten.
Yobazlığın def’i mevzuunu da açmakta yarar var. Burada anlatmaya çalıştığım şu: Sözgelimi Toyota’ya bineceksiniz ama onu üreteni cehenneme göndereceksiniz. Niçin? Sizin  gibi inanmadığı için. Gidin, adamı güldürmeyin efendim. Burada pis bir esprinin yeri geldi sanırım: Buna kim inanır? Kadir İnanır.
Modern hayatı yapan şeylerin hemen hemen hiçbirinde bizim katkımız yok. Hal böyleyken kendimize ve iddialarımıza dönük ciddi sorular sormanın vakti gelmedi mi? Hâlâ meselelerimize dedelerimiz gibi, nenelerimiz gibi bakacaksak bunca okumaya ne gerek var? Adamlar gelsinler fabrikalar kursunlar biz de o fabrikalarda işçi olalım. Bundan gayrısı maazallah akıllara zarar!..  22/11/2011

Modernleşme ve batılılaşma arasındaki farka bir örnek

Bir Türk allamesi (Dücane) bir televizyon programında Türkiye’nin modernleşme ve batılılaşma arasındaki farkı anladığını ve nihayet artık modernleştiğimizi söyledi.
Ona göre İstanbul’u Paris’le, Londra’yla, Washington’la kıyaslamıyoruz artık. Şam’a, Tahran’a bakıyoruz ve o kadar da geri değilmişiz diyoruz.
Bütün bu mülahazalar tartışılır ama modernleşme ve batılılaşma arasındaki fark yıllar önce merhum Erbakan’dan aldığım ilhamla şöyle açıklanabilir:
Batılılaşma Amerikanın üç tane uçak gemisi varmış bir tane de bizim olsun deyip siz bir tane yapana kadar onun üç tane daha yapabileceğini hesaba katmamaktır.
Modernleşme ise Amerikanın uçak gemisinden fırlatacağı füzeye havada rota değiştirmektir, bunun bilgisini elde etmek, üretmek denmektir.
Buna göre ne kadar modernleşip modernleşmediğimizin takdiri çok değerli, pek muhterem karilerime(!) kalmıştır.  21/11/2011

Kur-ânî hakikatleri tablet bilgisayardan kepçe kepçe sunmak!

Mustafa İslamoğlu geçenlerde Esma’ül Hüsna’dan Şekûr ismini açıklıyordu. Oldukça emindi kendinden. Üstelik tertip, düzen ve intizamlıydı. Dinleyicileri de öyle. İlahi hak ve hakikatleri açıklıyordu İslamoğlu ve salon oldukça emin, inanmış insanlarla hıncahınç doluydu. Benim içinse bu tabloda şaşırtıcı ve biraz da çelişkili bir durum vardı. İslamoğlu, hakikati, önündeki ehl-i küfrün ürettiği tablet bilgisayardan kepçe kepçe sunuyordu. Tahmin ediyorum oradaki Müslümanların hiçbirinin zihinsel formasyonu böyle bir çelişkiliyi görecek durumda değildi.
İslamoğlu bu sahnede kendi iddialarımızın hak ve hakikat oluşunu oldukça üst perdeden ünlerken ehl-i küfrün tablet bilgisayarı, ‘lütfen biraz pes perdeden söyle, ne söyleyeceksen, bu kadarı da ayıp oluyor’ demekteydi!
Bütün çelişkilerini halletmiş, tablet bilgisayarlarına varana kadar kendi üreten ve ihraç eden bir İslam dünyası hayal ediyorum. Böyle bir dünyanın kurulması için kafa yorulmalı. Bu iş, hazineden geçinmelilerin oturdukları yerden hak ve hakikat dağıtmalarıyla olmaz. Peki nasıl olur? Şüphesiz çalışmakla, dünyayı anlamakla ve doğru anlamlandırmakla olur.
İtirazımın daha iyi anlaşılması açısından bazı rakamlar vereceğim: 57 İslam ülkesinin toplam yıllık hasılası 4 trilyon dolar civarındadır. Bunun yarısından çoğu petrol ve doğalgaz gelirlerinden oluşmaktadır. İslam ülkelerinin içerisinde sanayi üretiminin en çok olduğu ülke ise Türkiye’dir.Türkiye’nin gayrisafi hasılası da 730 milyar dolardır.
Ölçü olması açısından şu verileri de gözden geçirmek gerekir: Dünyada toplam hasıla/üretim/gelir 112 trilyondur. Bunun 12, 13 trilyonu ABD’nin 9 trilyonu Çin’in 5 veya 6 trilyonu Almanya’nındır. 4-5 trilyon dolar hasılası olan ülkelerse şunlardır: İngiltere, Japonya, Fransa, Rusya, Güney Kore, İtalya vs.
Not: Bu rakamlar Atilla Yayla’nın bir yazısından (hatırda kaldığı kadarıyla) alınmıştır.
26/11/2011

Nurculukta eğitim ve ağabeylik!

Nurcuların eğitimde başarılı oldukları iddiası oldukça boş. Neden mi? Eleştirinin olmadığı, daima bir bilen olan ağabeylik sisteminin olduğu bir yerde esaslı bir eğitimin olduğunu düşünmek en iyimser tabirle safdilliktir.
Peki “nurcuların”  yapıp ettikleri nedir? Nurcuların eğitim adına bütün yapıp etmeleri fasit bir dairede dönüp durmaktan ibarettir. Bu fasit daire test sisteminden başka bir şey değil. Nurcuların test sistemindeki başarıları, (yetiştirdikleri hakimler, savcılar, emniyet müdürleri vs.) zaman içinde onları siyaseten güçlü hale getirmiş olabilir ama gerçek bir güç olmaları için bu yeterli değildir.
Gerçek güce ulaşmak için, eleştirel düşünceye sahip nesiller yetiştirmek, bunun sonucunda da bilim ve teknoloji üretmek gerekir. Sonuç itibariyle nurcuların okullarında böyle bir gayeye hizmet edildiğini iddia etmek gerçekçi bir iddia olmaz. 17/11/2011

Deyimler de eskir...

Her ağaçtan kaşık olmaz.
Burun yüzden düşmez: Kişinin yakın hısmı, ne denli uygunsuz, yakışıksız iş yaparsa yapsın, kendisinden kopmaz, koparılamaz.
 Arpaya katsan at yemez; kepeğe katsan it yemez zırvalar.
Acemi öküz kağnı devirir.
Yorgun öküze ohaa nafile.
Sağılan inekten olmaz binek.
Şimdi liberallerin veresiye atını attılar hepten çamura battılar.
Atalarımız “Es sebebi kel fail” yani sebep olan yapan gibidir demişler.

“Duvara söyle ki kapı duysun”. Yani duvara söylemem duvara bir şey anlatmak için değildir. Eğer orada kapı varsa o işe yarayacak.

Sisyphos efsanesi

Efsaneye göre Sisyphos, tanrılar tarafından çok ağır bir cezaya çarptırılır. Sisyphos her sabah koca bir kayayı ite ite bir tepenin başına çıkaracak, akşam olunca zirveye ulaşmış olan kaya yuvarlana yuvarlana aşağı inecek ve ertesi sabah aynı işlemi tekrarlayacaktır. Sisyphos her gün kan ter içinde kayayı tepeye kadar çıkarmaya ve her akşam, onca çabanın boşa gittiğini görmeye mahkûmdur.
Efsane deyip geçmemek gerek. Çünkü efsaneler insanın dünyadaki hikâyesine mükemmel şekillerde ışık tutar.
Şöyle ki…
Lise öğrencileri üniversite sınavını kazanmak için var güçleriyle çalışırlar. Kazanırlarsa taşı dağın zirvesine çıkarmış olurlar, kazanamazlarsa taş, dağın eteklerine kadar yuvarlanmış olur ve ertesi yıl yeniden taşı dağın zirvesine taşımak zorunda kalırlar.
Nihayet zirveye ulaşılır. Sanırsınız ki çile bitmiştir. Hayır. Şimdi de taş dağın öbür yüzünden aşağıya yuvarlanmıştır. Ne yapılacak, bu maceradan vaz mı geçilecek? Zinhar, asla ve kat’a… Yenilen pehlivan güreşe doymaz misali bu sefer de dağın öbür yüzünde başlayacaktır çile. Belki dört yıl da bu sürecektir. Tamam, çile bitti derken daha büyüğüyle karşılaşılacaktır, ilh.
Bu mevzuya, yani insanın hikayesinin saçmalığına dair istediğiniz kadar somutlaştırma yapabilirsiniz. Yalnız kanaatim odur ki bütün mesele, menzile ulaşmada değil menzile giden yoldadır. Menzile giden yolun menzilden daha önemli olduğu fark edildiğinde zincirlerin de farkına varılır. Bu sayede daha az aptallık düşer hanemize. Aksi serapa aptallıktır.
Geçenlerde bir mahfilde konuşmamdan hakikati bulduğum vehmedildi. Hemen ekledim, hakikati bulmadım, kısmen zindanımın farkına vardım.
Hâsılı kara zindanlarda yaşayıp da caka satanların cakasından ve aptallığından uzak durunuz. Ayrıca fazla inat etmeyip hepimizin aslında modern Sisyphos veya düven öküzü olduğumuzu kabul ediniz. Ancak bu sayede birazcık insan olmak mümkün…
 25/10/2011

Kan siyaseti bütün mahfillerde kazanmış görünüyor…

Konuştuğum herkes daha fazla öldürmek gerektiğini ileri sürüyor ve söz gelimi bizden 25 kişi öldürüldüyse onlardan 125 kişinin öldürülmesi gerektiğini düşünüyor. Tabiatiyle oldukça şaşırıyorum, bu nasıl bir fasit dairedir diye. Sanki sorunun çözümü ne kadar öldürdüğümüzle ilgiliymiş gibi öldürmenin kendisi siyaset olmuş durumda. Dolayısıyla aklı, sağduyuyu ve konuşmayı önceleyen siyaseti değersizleştiren günler yaşıyoruz.
Her iki tarafta da kan gözleri bürümüş, milliyetçilik damarları kabarmıştır; öyle ki en akil adamlar bile parmak hesabıyla kaç terörist öldürdüğüyle ilgilenmektedir.
Artık Kürtçeyi ve Kürt realitesini yok saymanın bir gereği yok sanırım. Problemin öncelikle Kürtçeyi ve Kürt realitesini yok saymaktan neşet ettiğini teslim etmek zorundayız.  Günümüzde kimi muhafazakâr çevrelerde bile Kürtçenin bir dil olmadığını iddia edenlerin sayısı az değil. Bu kafayla daha çok kan döküleceğini söylemek kâhinlik olmasa gerek.
Bu derdin panzehiri içinde
Bu derdin panzehiri içinde. Zira hakikat çift buutlu bir şeydir. Felaket olarak gördüğümüz şeyler zenginliğe, nimete, avantaja inkılâp edebilir. Tabi bu kendiliğinden olmaz.  Bunun için çalışmak, oldukça akıllı olmak gerekir.
PKK belası ülkemize on yıllardır kaybettirmiştir. Kayıplarımız şüphesiz parayla ölçülemez. Ama bunun yanında sorunun çözümünde yerleşik kimi algı ve anlayışların beş para etmediğini üzülerek anlamış bulunuyoruz.
Kürt sorununu ülkenin başına bela olmaktan çıkarıp onu zenginliğimiz yapmak elimizde demiştik. Nasıl mı? Naçizane bu çok hassas konuda kırıp dökmeden ve incitmeden bazı görüşlerimi teklif sadedinde sunmak istiyorum: Öncelikle problemin hal çaresi için ülke eyaletlere bölünmeli. Saniyen bölge insanının maddi refahı eğitim, ticaret vs. yoluyla arttırılmalı. Bölgede eğitim dili olarak Kürtçe kullanabilir. Bu durumda bölge insanı hem rahatlamış olur hem de yumuşak bir güçle (ticaret/ maddi refah) daha rahat dönüştürülebilir.
Bundan kim kazanır? Uzun vadede Türkiye ve Türkçe kazanır. Ülkemiz, enerjisinin büyük kısmını boşa harcamaktan kurtulur. Kurulacak eyalette kendi memleketlerini imar için çalışacaklardır ama orada ana gövde olmaksızın yani Türkiye olmaksızın nefes almak mümkün olamayacağından bundan hem kendileri hem de ülkenin diğer bölgelerinde yaşayanlar kazançlı çıkacaklardır.
Türkçenin de kazanacağından bahsettik... Türkçe karşısında Kürtçenin her ne olursa olsun tutunabilmesi mümkün değildir. Çünkü Kürtçenin Türkçeyle aşık atması söz konusu değildir. Bunun kuru bir iddia olmadığı kütüphanelere bakılarak pekâlâ anlaşılabilir. Bu durumda hem Türkçeye karşı tutumda zayıflama olacak hem de orayı, o coğrafyayı maddi olarak biz kalkındıracağımız için Kürt dili daha yoğun bir şekilde Türkçenin nüfuz alanına girecektir.
Sonuç itibariyle Cumhuriyet döneminde Kürt problemini yok sayarak halletmiş olduğumuz zehabından kurtulacak daha doğru ve akılcı politikalar uygulayarak gelecek yüzyıllara sorunsuz bir coğrafya ve Türkiye Cumhuriyeti halkı bırakmış olacağız.
19/10/2011

Not: Bu yazıya bir ek yapmam gerekiyor. Yazı gelen şehitlerin etkisiyle yazılmıştır. Bir an önce kan dursun düşüncesi eyalet fikrini dile getirmeme neden olmuştur. Zaten beni tanıyanlar yıllardır Anayasanın ilk 3 maddesinin yılmaz savunucusu olduğumu bilirler. 19/10/2024

Edebiyat kadınlar için midir, dolayısıyla avam işi midir?

Felsefeci Macit GÖKBERK edebiyatı kadınlara yakışır bulmuştu, felsefeyi de erkeklere. Ona göre edebiyat kadınların, felsefe de erkeklerin işiydi. Zannedersem Macit GÖKBERK biraz da eşinin edebiyat öğretmeni olmasından ötürü -istihzayla karışık- böyle düşünüyordu. Belki de ona göre kadınlar felsefeden anlamazlar anlasalar anlasalar edebiyattan anlarlardı. 
Öncelikle Macit GÖKBERK denilen adama haddini bildirmek gerek! Edebiyattan anlamaz bir adam olduğu su götürmez!  Edebiyattan anlamayan bir felsefe profesörü nasıl olur onu da siz takdir edin!
“Edebiyat konusunu somutlaştırması yoluyla felsefeden ayrılır.” Bu önerme doğrudur, değildir bilemem ama edebiyatla felsefeyi birbirinden ayrı mütalaa etmek yanlış. Çünkü her ikisi de dünyayı anlama ve anlamlandırma çabasından başka bir şey değildir.
Edebiyat olsun felsefe olsun, her ne olursa olsun insanın somutlaştırma yapmadan meselesini anlatması mümkün değildir. Belki burada edebiyatın, özellikle roman söz konusu olduğunda işi biraz abarttığını düşünebiliriz. Felsefeci meselesini bir cümlelik somutlaştırmayla anlatırken edebiyatçı üç yüz sayfalık bir romanla anlatmaya kalkacaktır. Gerçekten de bu açıdan bakıldığında edebiyatın tam bir avam işi olduğu veya avama hitap ettiği görülür.
Antrparantez belirtelim, kurmacayı küçümsüyor falan değilim. Aksine onu en asil insan uğraşlarından biri olarak görüyorum. Biz kurmacalar, sayesinde dar ve karanlık dünyalarımızdan çıkar, nefes alırız. Yukarıda  -belki isabetle söyleyemedik- edebiyatla felsefe karşılaştırması yaptık. Güya bu karşılaştırmadan edebiyatın avam işi değil ama avama hitap eden bir iş olduğu sonucuna ulaştık!...
Gene bu bağlamda Yunus'tan bir örnek vermek istiyorum:Efsaneye göre Yunus, Mevlana’nın Mesnevisini görmüş ve demiş ki “Üstat çok uzatmış, ete kemiğe büründüm âdem diye göründüm, deseymiş yeterli olurmuş.” demiş. Mevlana Mesnevisini avam için yazdığı/yazdırdığı için lafı uzatmıştır. Bu bakımdan Mevlana’nın yaptığı avam işidir, kendi avam değil, muhatap avam olduğu için meselesini anlatabilmek için 40 dereden, hayır hayır 40 bin deren su getirmek zorunda kalmıştır.
Şiir söz konusu olduğunda
Şiir söz konusu olduğunda mesele büsbütün değişir, edebiyat avam işi olmaktan çıkıp ya da avama hitap eden bir iş olmaktan çıkıp havasulhavas işi ya da havasulhavasa hitap eden bir iş olur. Bu yüzden hakiki şiir hem çok az yazılır hem de çok az bilinir.
Kanaatim o dur ki Yunuslar felsefecilerimizin ağababalarıdır. Hakiki felsefeyi Yunuslar, Seyyid Nesimiler yapmıştır. Hem de enmuzec bir şekilde. Sonra devamı gelmediyse niçin diye sormak, sorgulamak gerekir.
Osmanoğlunun 600 yıl boyunca ürettiği şiir belki havasulhavas işidir ama gül, bülbül ve kadın güzellemeleriyle doludur. İnsanoğlunun dünyadaki hikayesi hep aynı bağlamda mütalla edilmişti bu şiirde. Gök kubbede hoş bir seda bırakma yarışına giren Osmanlı şairi aydın olarak o kubbenin altını imar için ve yerleşmiş kanaat ve zihniyetleri değiştirmek için neredeyse hiçbir şey yapmamışıtır. Osmanlı aydını, sanat ve edebiyatın özü itabariyle eleştiri olduğu ve her türlü iktidara muhalefetten beslendiği gerçeğini adeta ıskalamıştır. Bu yüzdendir ki yüzlerce yıl Osmanlı aydını iktidarla ittifak halindedir. Aydını iktidarla ittifak yapan bir milletin başına gelen felaketlerin nedenini bir de bu açıdan görmek lazım.
Felsefeciye -Macit GÖKBERK’e- , felsefecilere gelince konuştuklarını, yazdıklarını anlamak mümkün değil. Öncelikle ürettikleri dille küfür dahi edilemez! Çünkü bu dil yaşamıyor. Doğru bir dil kuramadıkları için düşünce/fikir üretememiştir felsefeciler. Macit GÖKBERK'in edebiaytın kadınlar, felsefeninse erkekler için olduğu iddiası bu sebeple esaslı dayanaktan yoksundur.
Hasılı, hangi formda olursa olsun ağyarını mani efradını cami bir şekilde esaslı şeyler söylenmeye başlandığında ve her şeyden önemlisi edebiyatçı/aydın da baldıranı içmeyi göze aldığında edebiyat, avam işi olmaktan çıkar havasulhavas işi olur. Unutulmasın uzun vadede bu işten avam kazançlı çıkacaktır.
 3/11/2011

Göbek bağı metaforunun düşündürdükleri

Anne karnında yaşanabilmesi için kordona ihtiyaç vardır. Bebek anne karnında bu kordon sayesinde beslenir. Doğum gerçekleştiğinde kordondan kurtulması lazımdır bebeğin, aksi takdirde yaşamak mümkün olamayacaktır.
Şimdi gelelim, göbek bağı metaforunun başka ne anlamlara gelebileceği meselesini eşelemeğe.
İnsan bir kültür evreninin içine doğar. İçine doğduğu kültür evrenine göre şekillenir dünyası. Bütün bu şekillenme dil vasıtasıyla olur. Dil, önce dünyaya açılan penceremizdir, sonra bizi dar bir mahbesin içine atar. Çünkü onun üzerinde esaslı sorgulamaları çok az kişi yapar.
İnsanın, doğduğunda dokuz ay boyunca kendisini kanla besleyen kordondan kurtulması gibi yaşamın, ne olduğunu anlayabilmesi için de içine doğduğu kültür evreninden kurtulması lazımdır.
Bu kolay değildir. En sancılı doğumlardan dahi zordur sözünü ettiğimiz kopuş. Bu kopma nasıl olur veya yaşanmazsa ne olur? Bu kopma anadili vasıtasıyla her şeyi ama her şeyi esaslı sorgulamalar yoluyla olur. Aksi durumda sümüklüböceğin ayak izlerine benzer hayatımız. Hoş, her halükarda “istimna bil-yed”den başka bir şey değildir ya hayat!..
31/10/2011

Ülke Oğuz Kağan’ını arıyor!..

Bir büyük orman vardı, Oğuz yurdundan içre, … Ormanda yaşar idi, çok büyük bir gergedan, /Yer idi yaşatmazdı, ne hayvan ne de insan!/
Oğuz Kağan, kendince yöntemler geliştirerek otçul(!) olan gergedanı öldürmüş, yurdunun insanlarını ise felaketten korumuştur. Ülkemizde ise 10 yıllardır PKK gergedanı gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Üstelik bu gergedan otçul da değil bildiğiniz etçil, kancıl. Hiç şüphe yok ki ülke bu beladan kurtulmak için Oğuz Kağan’ını arıyor. Şayet bulursak efsanesi dilden dile yürüyecek ikinci bir Oğuz Kağan’ımız olacak.
Öte taraftan bu zamanda hala bir Oğuz Kağan aramak çok acı. Ayrıca modern zamanların Oğuzlarını yetiştirememiş olmak da hazin.
21/10/2011

Hocam size katılıyorum!..

Dücane Cündioğlu anlatıyor…
"Derslerimde yirmi yaşındaki üniversite öğrencisi “hocam, size katılıyorum” diyor. Ben de sen kim oluyorsun ki bana katılıyorsun, diyorum." 
Hakikaten bugünün insanı haddini hududunu bilmiyor. Bilse size katılıyorum demez. Zira katılmak burada onaylamak manasında olduğundan yukarıdan aşağıya bir durum söz konusu olması lazım. Dolayısıyla daha dünkü çocuk hayatını ilme, irfana vakfetmiş bir adamın fikirlerini onaylayamaz. Ona edeple oturup dinlemek düşer.
18/10/2011

Şovenist milliyetçilik insan zihninin ürettiği kazurat mıdır?

Bu soruya evet diye cevap vermek istiyorum. İnsanın insandan ve bir ırkın diğer bir ırktan üstünlüğü iddiası tasvip edilebilir bir şey değildir.
İnsanın insandan üstünlüğü ancak ve ancak ilim ve irfan üstünlüğüdür. Keza bir ırkın diğer bir ırka üstünlüğü o ırkın medeniyete verdiği katkıyla ilgili olmalıdır.
Milliyetçiliğin neşvünema bulması hangi psikolojik ve maddi nedenlere dayanmaktadır? El-cevap: Modern dönem öncesinde milliyetçiliğin ortaya çıkması mümkün olmamıştır. Hangi nedenlerden ötürü bu mümkün olmadıysa o nedenler, modern dönemde ortadan kalktığı için milliyetçilik neşvünema bulmuştur.
Bu cevabın kafi olmadığı kesin. Aşk ile bir daha…
Öteden beri her şeyin her şeyle alakası olduğuna inanırım.  Eğer monarşik bir düzende yaşanıyorsa orada halkın birtakım masallarla uyutulması gerekir ki halk, monarşik düzene baş kaldırmasın. Monarşinin gemi azıya alması sonucu halk denilen karnını doyurmak ve göbekten aşağısı için yaşamaktan başka amacı olmayan azgın iştihalar sürüsü (ifade Cemil Meriç'e ait) başkaldırır. Bu başkaldırının sonucunda monarşizm kısmen yıkılır ve iktidarını azgın iştihalar sürüsüyle paylaşmak zorunda kalır.
İktidarın paylaşılması bilginin paylaşımını zorunlu kılar. Bunun sonucunda gerçeğin üzerindeki şal indirilir ve monarşizmin bütün yalan ve masalları orta yere dökülür. Nihayet dil mevzuu ortaya çıkar. Sonraki adımda ise aynı dili konuşanların milli benlikleri etrafında bir edebiyat oluşturulur. Milliyetçilik belası kanaatimce bu şekilde zuhur etmiştir.
Aynı dili konuşanların milli benlikleri etrafında oluşturdukları edebiyat benim için bir sorun teşkil etmiyor. Burada sıkıntı, milli egoların gereksiz yere şişirilerek çarpıştırılması, çatıştırılması meselesidir. Bu çocukluğumuzda söylediğimiz “benim babam senin babanı döver” demekten başka bir şey değil.
Dil düşüncenin evidir, denir. Biz, o evi çok iyi donatmalıyız. Çünkü o evde yaşarız. Sebepsiz yere başkalarının hanesine tasallut etmek gibidir benim için milliyetçiliğin, şovenizm ve şiddetizm içereni.
İnsanoğlunun gelişim sürecindeki yol kazalarından başka bir şey değildir şovenist milliyetçilik. Vakıa yukarıdaki bağlamdan hareketle şovenist milliyetçiliğin insan zihninin ürettiği kazuratlardan biri olduğunu, modern zamanlarda akan kan ve gözyaşının büyük bölümünün ve özellikle de Türkiye’deki PKK sorunun bu “ur”dan neş’et ettiğini de ifade edelim.
24/09/2011

Türkiye’nin gayrisafi milli hâsılası ne kadardır?

12. sınıf öğrencilerine soruyorum, Türkiye’nin gayrisafi milli hasılası ne kadardır, kaç milyar dolardır?
Çocuklar önce bana soruyorlar: Gayrisafi milli hasıla nedir?! Gayrisafi milli hasılayı ailenizin yıllık kazancı gibi düşünün, buradan hareketle Türkiye’nin yıllık kazancını tahmin etmeye çalışın, diyorum.
Cevaplar oldukça acı. İşte buyurun: 5 milyar dolar diyen var, 10 diyen 80 diyen derken nihayet 110 milyar dolar diyen çıkıyor.  Tabii yaklaşık bir rakam söylemelerini bekliyorum ama bir türlü gerçek rakama yaklaşamıyorlar.
Malumunuz Türkiye’nin gayrisafi milli hasılası 700 küsur milyar dolardır. Bunu öğrencilerin bilmesi veya bilmemesi çok önemli değil aslında. Bu hususta takıldığım nokta seçilmiş öğrenci topluluğunun dahi yaşanan gerçeklerle hiçbir ilintisinin olmaması.
Gerçekten de eğitimin gayesi bir daha sorgulanmalı ve o gayenin yaşanılan hayatı ve onun gerçeklerini daha iyi tanımak olduğu hafızalara iyice kazınmalı.  Zira eğitimin mevcut hali ancak aptallara yaraşır durumda.
 11/10/2011 

Edebî metin dışkı mıdır?

İyi mi, adamın biri edebî metin için “dışkı” dedi dostlar. İnanamadım. Bu nasıl mantık dedim, biraz kulak verdim, adam haklı beyleeer dedim, kendi kedime.
Mantık şu: Edebi metin niçin üretilir? Mecbur kalındığı için. Çünkü yazarın zihninde rüşeym  halinde beliren birtakım fikirler bir süreden sonra ete kemiğe bürünür ve yük halini almaya başlar. Üretim esasında kişinin bu yükten kurtulması, rahatlaması ve hafiflemesi demektir.
Burada meselenin bir başka yönüne dikkat çekelim. İnsan umumiyetle ürettiği şeye bir daha dönmek istemez. Dönse de ondan gene umumiyetle pek hazzetmez.
Metin incelemelerinde sıkça yapılan bir yanlışa da değinelim. Yaptığımız yaygın yanlışlardan biri metinle yazarı birbirine karıştırmaktır. Oysa metin üretildikten sonra yazarından hızla uzaklaşır. Bu, metnin yazarından izler taşımadığı anlamına gelmez.
İstenir ki yazar hususî hayatında dosdoğru olsun. Eğer değilse onun ürettiği metinlerin hiçbir kıymeti yoktur. Bu ampirik okur tutumu üçüncü dünya ülkesi insanına yakışır bir tutumdur. Bu anlayıştan derhal kurtulmalıyız. Çünkü yazarla metnini bu şekilde karıştırırsak okuyacak adam bulmayız.
Özellikle Tanpınar ve Meriç söz konusu olduğunda ne kadar haklı olduğum anlaşılır. Tanpınar, Menderes’in idamını alkışlayan hatta az bulan yüz kızartıcı bir yazı yazmıştı. Bu yazı sebebiyle Türkçenin en güzel metinlerini üretmiş adamdan yani Tanpınar’dan vaz mı geçeceğiz? Hayır.
Gene, Cemil Meriç evliyken evli bir kadına aşık olmuştu. Buna ne denir? Türk ahlak ve adabına uymuyor diye Türkçenin yüz akı metinlerinden vaz mı geçeceğiz? Şüphesiz böyle bir soruyu abesle iştigal bulup buna da hayır diyeceğiz.
 26/09/2011

Edebiyat ders kitapları Darvinci bir bakışla mı hazırlandı?

İnsanlığın gelişim evrelerini ve özellikle milletlerin edebiyat tarihlerini üç ana başlık altında inceliyor, 10. sınıf edebiyat ders kitabı.
Birinci evre insanlığın çocukluk evresi. Bu, edebiyatta destan dönemine tekabül ediyor.
İkinci evre yetişkinlik dönemi, edebiyatta dinî dönem olarak adlandırılıyor.
Üçüncü ve son evre olgunluk dönemi. Bu da akıl ve mantığın hayata egemen olduğu modern döneme karşılık geliyor.
Buraya kadar anlaşılmayacak bir şey yok sanırım. Fakat ufak bir dikkat bizi enteresan bir meseleyle yüz yüze getirir. O mesele, insanlığın sıfırdan başlamış olup olmadığıdır.
Kur-an’da Allah, “biz Adem’e eşyanın isimlerinin öğrettik” diyor. Buradan hareketle insanlığın sıfırdan başlamadığı iddia edilebilir. Dolayısıyla da Adem’in modern dönem insanının akıl ve mantığına sahip olduğu düşünülebilir.
Burada akla Hz. Adem’in çocuklarından bir kısmına veya torunlarına muhtemelen büyük felaketlerden dolayı Allah’tan öğrendiklerini aktaramamış olabileceği geliyor. Bu görüşün doğru olduğu varsayılırsa Müslüman bir zihin de bütün bir insanlık tarihini Darvinci bir bakışla inceleyebilir.
Esasında ben de insanlığın iğneyle kuyu kazıyormuşçasına, el yordamıyla ilerlediğine inananlardanım. Bu yüzden okul kitaplarındaki bu tasnif beni şaşırtmıyor. Şaşırtıcı olan muhafazakâr bir iktidarın yönetimindeki MEB’in din karşıtı sayılabilecek bu görüşü okullarda okutmasıdır. Eski programla hazırlanmış kitaplarda böyle bir durum yoktu şüphesiz.
Görüşlerimizi tekrar toparlayacak olursak 10. sınıf edebiyat ders kitabı zımnen şunu iddia ediyor. 1. Her toplumda/millette destan dönemi ortaktır. 2. Gene her millet destan döneminden sonra biraz daha aklî sayılabilecek dinî bir dönem yaşar. 3. Dinî dönem bir süre sonra sarsılır ve yerini, akıl ve mantığın ve bunun sonucunda da tekniğin hayata hâkim olduğu ve insanlarının da deist veya ateist olduğu bir döneme bırakır. Bu, nerdeyse kaçınılmazdır. Durun hemen kızmayın dostlar, bunu ben demiyorum, 10. sınıf edebiyat ders kitabı dikkatle okunursa AKP elindeki MEB diyor.      2011 tarihli yazı

Üç kıt'ada at koşturup kılıç sallamamızın nedeni neydi?

Ceddimizin "İ'la-yı Kelimetullah" uğruna üç kıt’ada at koşturduğu iddiası bence mistifikasyonların en büyüğüdür. Ayrıca yıllardır, hatta yüz yıllardır istesek de kendi aleyhimize bundan daha güzel(!) kara propaganda yaptıramazdık. Zira bizim bize, kendimize yani dinimize yaptığımız kötülüğü billah düşman yapamaz!..

Öyle bir yanılgı içindeyiz ki sanki din bize öldürmeyi emrediyor ve biz de o emir mucibince küffarı İslam’a davet ediyoruz, girmezse kılıçtan geçiriyoruz. Zira hakikat buysa yıllardır, kılıçlarından kan damlayan ceddin nesiyle, kan dökmesindeki maharetiyle mi gurur duyduk, anlamıyorum

Bendeniz "İ'la-yı Kelimetullah" uğruna üç kıt’ada at koşturduğumuz” iddiasını tıpkı “tarih yapmaktan tarih yazmaya vaktimiz olmadığı” iddiası kadar komik bulurum.

Başlığa çektiğimiz sualin cevabına gelince kısaca asıl sebep dinî olmaktansa ekonomikti. Din burada kalkan olarak kullanılmıştır.

Bugün dahi bütün hır gür ekonomik sebeplerden neşet etmektedir. Dileyen dilediğince bütün bu boğuşmaların sebeplerini başka şeylere bağlayabilir. Bunda herkes dilediğince hürdür.

Bugünün dünden farkına gelince bugün sadece şekil değişmiş, savaşların gerçek sebeplerini gizleyecek argümanlar çoğalmış, kan emici güçlerin hareket kabiliyeti daha da artmıştır. İşin esasında değişen bir şey yoktur.

Sözgelimi Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy  Libya konusunda demokrasi havarisi kesilmesi gerçekten size inandırıcı geliyor mu? Bana inandırıcı gelmekten ziyade gülünç geliyor. Kaddafi’nin üzerine bırakılan bombaların maliyetinin daha sonra Libya’nın kimi yer altı zenginliklerinden karşılanmayacağını kim iddia edebilir? Yanlış anlaşılmamak için ifade edelim, burada Kaddafi’yi savunduğumuz filan yok. Derdimiz bazı gerçeklere pes perdeden dikkat çekmektir.

Şimdi tekrar sadede dönecek olursak Osmanoğlunun Viyana’ya gitme gerekçesi Ehl-i Salib’i ihtida ettirmek değildi. Ya neydi? Öyle zannediyorum ki Avrupa’dan gelecek tehdidi ila yevmil kıyame bertaraf etmekti. Yani?.. Neden dinî olmaktan çok başkaydı.

Osmanoğlu dinî kullandı mı demek istiyorum? El cevap: Bu soruya direkt evet de diyemiyorum hayır da. Meseleler o kadar girift ki dinî nedenler şurada başlar, şurada biter; ekonomik nedenler ve güvenlik nedenleri şurada başlar ve şurada biter diyemiyorum. Ama gene de Osmanoğlunun dinî kullandığını söyleyeceğim.

Osmanoğlu Viyana’ya gitmek için kazan kaynatmıştır. Bu önemli. Başka?  Osmanoğlunun, başarılı olmak için on binlerce insana bir ideal vaat etmesi gerekirdi. O ideal şüpheniz olmasın ki şehitlik mertebesidir… Şimdi soruyorum ekonomiyi, güvenliği ve dini birbirinden ayırabilir misiniz?

Bu mevzuu daha bir açıklığa kavuşturmak için Mehmet Zahit Kotku’dan bir alıntı yapmak istiyorum. Kotku, bir vaazında İslam’da geçim kaynaklarını sıralıyor: Birinci sıraya savaş ganimetlerini, ikinci sıraya tarımı, üçüncü sıraya da hayvancılığı ilh. koyuyor. Ben bunu kitaplarından birinde okuyunca şok olmuştum, savaş nasıl en önemli geçim kapısı olur diye.
Konuyu toparlayacak olursak yukarıdaki açıklamalardan hareketle eski dünya düzeninde kas gücüne dayanan savaşların geçimde birinci öncelik olması yadırganmamalı. Bu gerçeklik doğal olarak olduğundan farklı gösterilecektir ki bu, din üzerinden yapılmalıdır. Zira din kimi devlete adamları için birtakım gerçeklikleri çarpıtmada oldukça mümbit bir alan ve imkanlar manzumesi sunar.

Birbirini öldürme üzerine kurulu olan savaş modeli, ilk defa modern zamanlarda birinci sırada geçim kapısı olarak zikredilemez. Belki başka savaşlardan bahsedilebilir ama inanıyorum ki artık devletlerin ve insanların önceliği, bir yeri ele gerip oraları sömürmek değil sahip oldukları topraklarda üretimi arttırıp bu üretimi daha adil paylaşarak maddi anlamda refaha ulaşmaktır.

 20/09/2011

Sizin ölen at nasıl?

- Sizin ölen at nasıl?
-Öldüğünü biliyorsun niye soruyorsun?
-Hiç, konuşuk olsun bir sigara versene.
Anadolu insanın zekasını gösteren bu diyalog beni mest etti. Keskin zeka keramete kıç attırırmış. Bu da o türden bir zeka örneği olsa gerek.

Dilin İnsan ve Toplum Hayatındaki Yeri ve Önemi

Dil Olmasaydı  -  Dilin Menşei
Konuya dil olmasaydı, sorusuyla başlamak istiyorum. Dil olmasaydı medeniyet inşa edilemezdi. İnsanoğlunun tüm kazanımları dili sayesindedir dense yeridir.
Bir yazısında Ahmet Haşim, medeniyetin en büyük amilinin baş parmak olduğunu yazar. Kanaatim odur ki insan öncelikle çetin tabiat şartlarında baş parmağının yardımıyla sığınaklar, korunaklar, aletler yaptı. Ve tabiatıyla yaptığı aletlere dair düşünmeye ve akabinde konuşmaya başladı.  Bu süreç belki binlerce, yüz binlerce  yıl aldı...
Dil temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli anlaşmalar sistemidir. Dildeki kelimelerin nedensizliği ve çizgiselliği düşünülecek olursa konuşmanın, başlangıçta anlamsız birtakım sesler çıkartmak yoluyla olduğu anlaşılır.
(Kelimlerin nedensizliği: masa  nesnesine neden masa dendidiğini bilinemezliği; kelimelerin çizgiselliği:masa kelimesindeki seslerin m-a-s-a- şeklinde bir sıraya göre dizilme zorunluluğu...)
İnsan basit usul ve şekillerle anlaşmaya başladığında hayvanlardan hızla uzaklaşmaya başladı. Bunun sonucunda her doğan nesil, atalarının kazanımlarını şifahen/sözlü olarak (ağızdan ağıza, dilden dile aktarılarak) edindi. Nihayet yazı bulundu ve nesiller birikimlerini daha doğru ve sağlıklı bir şekilde sonraki nesillere aktarma fırsatı buldu. Böylece gelişmenin hızı artmış ve bugünkü medeniyet yavaş yavaş inşa olmaya başlamıştır.
Hasılı dil olmasaydı bir medeniyet kuramazdık ve hayvanlardan da farkımız olmazdı. O halde dilin insan ve toplum hayatındaki yeri yadsınamaz.
Dil Kültürü Taşır
İnsanoğlunun edinimlerinin büyük çoğunluğu sözlü ve yazılı olarak sonraki nesillere aktarılır.
Bu böyle olmakla beraber sözgelimi İslamiyet öncesi döneme dair çok az bilgimiz vardır. Bunun nedeni şifahi kültür unsurlarının yeterince kaydedilmemiş olmasıdır. Ayrıca bu  döneme dair yazılı eserlerimiz de oldukça sınırlıdır. Gene de biz bu döneme dair az sayıda sözlü ve yazılı kültür ürünlerine bakarak bilgi sahibi olabiliyoruz. Dolayısıyla burada dil, “kültürü taşıma işlevi” görmüş oluyor.
Bu konuda örnekleri çoğaltabiliriz. Sözgelimi Yunus’un şiirlerine bakarak 13. yüzyıl Anadolu’suyla ilgili bilgi sahibi olabiliriz. Gene herhangi bir Osmanlı şairinin yazdıkları da buna dahildir. Sonuç olarak dil insanlığın tüm birikimini ayırt etmeksizin taşır.
Dilin Konuşulduğu Coğrafyanın ve Yaşama Biçiminin Rengine Bürünmesi
Eskimo dilinde “kar” ve Arapçada  “deve” ile ilgili çok sayıda kelime bulunması dilin konuşulduğu coğrafyanın hususiyetlerine göre şekillendiğini gösterir.
Bu mevzuya Türkçe açısından, özellikle şimdilerde hayattan büyük oranda çekilen merkep (eşek) kelimesinden hareketle bakacak olursak ilginç bir sonuçla karşılaşırız. Şöyle ki; Eşek hoşaftan ne anlar. Eşeğe altın semer (vursan) giydirsen eşek yine eşektir. Adam hacı mı olur ulaşmakla Mekke’ye, eşek derviş mi olur taş çekmeyle tekkeye. Ölmüş eşek kurttan korkmaz. Eşeğe semer vuran çok olur. Diploma cehaleti alır, eşeklik baki kalır. Eşek bile aynı çukura iki kere düşmez. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek… 
Dil Kültürün Aynası
Bir milletin diline bakarak o milletin tüm hususiyetlerini tespit edilebiliriz. Söz konusu toplum tarım toplumuysa dilinde tarımcılıkla ilgili kelime ve kavramların, hayvancılıkla ilgiliyse hayvancılıkla ilgili kelime ve kavramların, sanayi toplumuysa sanayiyle ilgili kelime ve kavramların sık görüleceği aşikardır.
Dil İnsanın da Aynası
“Üslûb-u beyân ayniyle insandır.” diye bir söz vardır. Söz gayet açık olmakla beraber biz gene de bir parça açıklamaya çalışalım:
Aslında biz bir konuşmayız. Konuş ki göreyim, denir. Demek ki tüm hususiyetlerimiz biz konuşunca orta yere dökülür. Toplumların dilleriyle ilgili de aynı mülahazaları yapabiliriz. Dildeki kelimelerin kökenleri incelendiğinde o dili konuşan milletin tüm inanç ve yaşam biçimiyle ilgili bilgi sahibi oluruz.
Dil ve İnsan
Hepimiz dünyaya anadilimizin açtığı pencerelerden bakarız. Ne kadar kavramsal derinliğe sahipsek dünyaya bakışımız o kertede anlam ve zenginlik kazanır. Dağarcığınız beş yüz kelimelikse muhtemelen bu kelimelerin çok azıyla ilgili kavramsal bir zenginliğiniz vardır. İşte bütün mesele kelime hazinemizi geliştirirken bunlarla ilgili kavramsal derinliği de oluşturabilmektir.
Haidegger “Dil düşüncenin evidir.” demiş. Esasında her birimiz dil evinde otururuz.  Ne yazk ki çoğumuz bunun farkında değiliz. İçinde oturduğumuz evler, kafamızın içindekinden katbekat konforludur. Öncelikle bu çelişkinin farkına varmalıyız. Bu farkındalık anadilimizin kelimeleri üzerinde düşünerek oluşur. Düşünmek de zaten kelimeler üzerinde düşünmekle başlar, denmiştir.
Sonrasında kültürlü bireylerin yetişmesi için ne yapılmalı? Anadille yazılmış en güzel metinleri kutsal kitabı okur gibi döne döne okumalıyız. İşte o zaman dil insanı inşa edecektir. İnsanın başka türlü inşası/ihyası mümkün değildir.
06/10/2011


Kendi cümlemizin öznesi olabiliyor muyuz?

Biz altmış, yetmiş, bilemedin seksen yıllık cümleleriz. Lütfen kendi hayatımızın öznesi olalım. Kumanda hep başkalarının daha doğrusu ölülerin elinde. Dirileri ölüler yönetiyor. Buna da bir son verelim…
Varlık özden önce gelir diyen Egzistansiyalistlerle kültürel akrabalığım var benim. Ben de onlar gibi dünyaya fırlatıldığımızı ve özümüzü kendimizin oluşturması gerektiğini düşünüyorum.
Bu düşüncem beni toplumdan aforoz edebilir. Kendimin öznesiysem hiç önemli değil. Yok kendimin öznesi değilsem o zaman korkmalıyım bundan.
Yıllardır “mış” gibi yaşamlardan bahsedilirdi ne olduğu bilinmeden. Özellikle kendinin öznesi olamamışlardan duyardık “mış gibi yaşam” ifadesini. Bu da komik bir durum tabii.
Kendimizin, kendi cümlemizin öznesi olmak kolay değil. Bunu başardığımızda "mış gibi yaşamaktan" kurtulup daha bir kimlik ve kişilik sahibi oluruz. Bunun sonucunda da nitelikli bir ömür süreriz.
30/09/2011

Altı Günde Bu Kadar Olur

Bektaşi’nin birine sormuşlar, “Dünya neden böyle inişli yokuşlu, dağlı taşlı, sarplı kayalı, dümdüz değil?” Bektaşi de “Be yahu altı günde yaratılan dünya işte bu kadar olur” demiş.
(Türk Edebiyatında Bektaşi Fıkraları, Dursun, Yıldırım, Akçağ Yayınları 286)

Çocuklarımız samana alıştırılmış!

Türkçeyle yazılmış en güzel metinleri koyuyorsunuz önlerine burun kıvırıyorlar, ders bir an evvel bitse diye bekliyor çocuklar. Ama haklılar, çünkü samana alıştırılmışlar, Tokat kebabına, kuzu tandıra  bön bön bakmaları bundan.
Heyhat bu memleketin çocukları içi boş masallarla avutuluyor ve çocukların hayatı sabahtan akşama istimna bi’l-yedden ibaret. Sadece çocukların mı? Hayır onların başındakilerin de bütün yapıp etmeleri bu eylemle anlatılabilir.
Ah ey modern düven öküzleri! Bu nidaya mazhar olmayan var mı? Saman yemeye devam!..
24/09/2011

Baş muktedirin harem kurması şart!

Türkiye’yi hızla uçuruma sürükleyen bu adama Osmanlıdaki gibi bir harem şart. Baş muktedirin etrafındakilerin birçoğu 2. ve 3. hanımları alırken baş muktedirin bundan mahrum oluşu kendisinin 1 numaralı gerilim sebebidir. O gerildikçe Türkiye otobüsü hızla uçuruma doğru gidiyor.

Baş muktedir öteden beri tanrı gibi davranışlar sergiliyor. Karışmadığı, şekil vermek istemediği hemen hemen hiçbir konu yok. Bu durumda onun her türlü tatmini yaşayıp tatminlerin en önemlisini yaşayamadığı düşünüldüğünde geriliminin önemli bir sebebi açıklanmış olur.

14 Kasım 2013 Perşembe

Kılıçdaroğlu’nun soramadığı soruyu neydi?

Malum dün muharrem ayının 10’u idi. Bu münasebetle yapılan iftarda siyasiler konuştu. İsterdim ki ana muhalefet partisi genel başkanı gezi olaylarında şehit edilen 5 genci ansın ve ‘bu 5 genci (bu 5 Hüseyin’i)katleden çağın yezidi kim’ diyebilsin. (Hatırlanacağı üzere o günlerde azametli sultanımız ‘polise emri ben verdim’ naraları atmıştı.)

Heyhat ‘çağın yezidi kim’ sorusuna dair beklentim de boşa çıktı. Bir kere daha anladım ki siyasilerin aralarındaki kavga kayıkçı kavgasından başka bir şey değil. 14/11/2013

İşte benim idarecilik maceram!..

İşte benim idarecilik maceram!.. Hani şair benim bir de İstanbul maceram var, der ya işte o hesap benim de idarecilik maceram var. Şairin ma...