8 Eylül 2013 Pazar

“Ceza siyaseti” meselesinin düşündürdükleri

Cumhurun başkanı şike yasası ikinci kez meclisten geçtiğinde “ceza siyasetini meclis belirler” dedi. Adama sormazlar mı ‘niye yasayı meclise geri gönderdin o zaman?’
Bu işte bir çelişki var ağalar, öyle değil mi?
Cumhurun başkanı tam “sezerleşiyordu” ki (bu tabiri ben uydurdum: A. N. SEZER’den mülhem) biri çıkıp (Osman Can) aga, selefinden bir farkın kalmayacak uyarısını yaptı da cumhurun başkanı yanlışından tiz döndü. Osman Can’dan öğrendiğimize göre kuvvetler ayrılığı prensibini orta yere Montesque atmıştır. Mezkur zat yargının, yasama organının yaptığı kanunu salt dili, ifadesi bakımından inceleyebileceğini düşünüyormuş vs. vs…
Neyse…
Biz gelelim madalyonun öbür yüzüne…
İslamcı bir Cumhurbaşkanı’nın ceza siyasetini yasama organının belirleyeceğini söylemesi aslında meseleye ontolojik açıdan nasıl baktığını da gösterir. Bu görüş zımnen ceza siyasetinin vahiyle belirlenemeyeceği inancı/ görüşünü doğurur ki bu da cumhurun başkanının İslamcılığı ve Müslümanlığıyla oldukça çelişen bir durum yaratır.
Şöyle ki klasik İslam algısına göre sevaplar ve günahlar belirlenmiştir. İkisinin ortasındaki şeylerden ise kaçınmak gerekir. Takdir edersiniz ki dünyaya bu zaviyeden baktığınızda hanenize bedevi yaşamından başka bir şey düşmeyecektir.
Çünkü eski camlar bardak olmuş, köprünün altından çok su akmıştır. 
Aslında bu tartışma biraz da şeriat tartışmasıdır, şeriatın orijinal halinin bugün ne kadar uygulanabilir olduğuyla ilgilidir.
Dünyanın o eski dünya olmadığını söylemeye gerek yok sanırım. Bu sebeple bugün şu soruları sormak ve cevap aramak oldukça önemli:
Şeriat devletinde yasalar tamamıyla ayetlerden mi ibarettir?  Ayetlerde bahsi hiç geçmeyen mevzularda yasa yapılacak mıdır, yapılacaksa nasıl yapılacaktır?  Demokrasi ve kuvvetler ayrılığı prensibi insanı din ve şeriat devleti kavramlarından uzaklaştırmaz mı? Hakiki demokrat olunduğunda hakiki Müslüman olarak kalınabilir mi? Yasayı yasama organı yaparsa dinin, din adamlarının yaşanan hayata müdahalesi mümkün müdür? Mümkünse nereye kadar mümkündür?
Son söz …
Kafaların oldukça hızlı karışması, dolayısıyla gerçekle teması lazım. Buna en çok Müslümanların ihtiyacı var. Çünkü gelişmeyi, değişmeyi onlar talep ediyorlar. Ayrıca unutulmasın hiçbir şey kendiliğinden sancısız, ağrısız yoluna girmiyor, girmeyecek…
sb 2011

Turgut Uyar'dan

Ben de günahkâr kullarındanım Allahım...
Bir kulhuvallahi bilirim dualardan,
Bir de yarabbi şükür demeyi doyunca.
Bir kere oruç tutmam ramazan boyunca,
Ama çekmediğim kalmadı sevdalardan.
Ben de günahkâr kullarındanım Allahım!...

İsmail Uyaroğlu'ndan şiirler

SENDİN SERÇE
O gün, her zamankinden erken kalkmıştım
Yüzümü yıkadım, simsiyahtı su
Simsiyah parlayan aynada
Sakin, saçımı taradım
Giyindim, pencereyi açtım, gök simsiyahtı
Elime, geceden bilediğim bıçağı aldım
Artık hazırdım ölümü kabul etmeye

Fakat tam damarın yerini arıyordum ki
Baktım, bembeyaz ötüyor
Konmuş pencereye bir serçe
(Ve Aşk)
Kİ BİLSİN BENDEN
SONRAKİLER
Madem doğmuşuz bir kere
Yaşadığımız belli olsun bari
Diyedir yazdığım bunca şiir
İsterdim, kalsın benden de
Bir şeyler bu dünyada
Bir kelime, bir hece
Ki bilsin benden sonrakiler
İsmail diye biri yaşamış
Ne günü günmüş, ne gecesi gece
İŞKENCECİYE BİR SORU
Çocuğun var mı ey cellat?
Öpebiliyor musun onu herkes gibi sen de
Yüzün gölgelenmeden, lekesiz bir sevinçle
Akşamları “iş”ten eve döndüğünde?
(Yakında)
AŞK ŞİİRLERİ
Niye hep kırmızıdır
Aşk şiirleri
Ve niye kanarlar
Yazarken çünkü şairler
Kalemlerini
Yüreklerine banarlar
(Şiir Kitabı)
 
****
‎"Niye acıdır Antep'in kebapları
Ve niye yakarlar
Çünkü kebapçılar
Şişleri pul bibere banarlar"          galiba bu da "ismail uyaroğlu"nun sb
 
 

GÖK SÖZLÜĞÜ

Yıldızlar: Gecenin dağılmış gerdanlığı

Samanyolu: Perilerin geceye anlattığı

Sarışın bir masalın izi

Ay: Kırık elmas

Dolanır durur karanlıkta

Öbür parçasını arar

Bulutlar: Gökyanusun avare gemileri

Yağmur: Tanrı’dan azar işitmiş

İçli bir meleğin gözyaşları

Şimşek: Göz kırpar gök

Sevgilisine, yere

Yıldırım: Tanrı’nın öfkeli telgrafı

Kar: Meleklerin serpiği konfeti

Gökkuşağı: Göğün duvağı 

Çıkarıp arada bir sandığından takar

Güneş: Kundakçı, gecenin kundakçısı

Takım tutar gibi!..

Sınıfta Melik Danişment Gazi destanını okuyoruz. Destan parçasında bir hır-gür, kavga-dövüş sormayın gitsin. Öğrencilerime bu destan parçasıyla ilgili çıkarımımı açıklıyorum, demek ki kimse Türklere ooo, siz miydiniz gelen buyurun bütün bir Anadolu coğrafyası sizin olsun dememiş, kıyasıya dövüşmüşüz buradakilerle diyorum.
İnsan, çeşitli konularda farkındalıklar oluşturmak için önce içine doğduğu kültürün eleştirisiyle işe başlamalı. Bu öncül şüphesiz doğru.Ya sonrası?... Bu durumda karşımıza Tevfik Fikret’in tuttuğu yol çıkabilir. Bilindiği üzere Fikret,  ‘milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin.’ demişti. Demişti de ne olmuştu? Oğlu “haluk” bir cins isim oldu, vatanına ve milletine yabancı bir cins isim, hatta bir papaz. Koca şair, üzerinde eleştireceği insanların yaşadığı toprak parçası/zemin altından kaydığı zamanlarda öldü gitti. Milli mücadele yıllarını müşahede etseydi hala ‘vatanım ruy-i zemin’ der miydi? Sanmam…
Hele bugünü görseydi… Fransa’da ‘Ermeni soykırımı’ meselesinin hortlatılması, PKK’nın Avrupalı devletler tarafından açık ya da gizli desteklenmesi gibi daha birçok mesele, üzerinde yaşadığımız toprak parçası için hesapların henüz bitmediğinin en açık delili. Demek ki dikkat kesilmezsek yarın bir Alicengiz Oyunuyla altımızdan bu zeminin kayması işten bile değil.
Kimi değerlerimize takım tutar gibi sarılmamız iktiza eder. Takım tutmanın mantıkî açıklaması ne ola ki? İnsanlar tuttukları takım galip geldiğinde tatmin oluyorlar, seviniyorlar ya da galip gelemediğinde üzülüyorlar. Sonra?.. Hiç… Netice olarak takım tutmak tuhaf bir eylem gibi duruyor.
Şimdi bir analoji yapalım. Vatanperverlik, milliyetperverlik nasıl bir duygu, keza bu vatan için gözümü kırpmadan ölürüm duygusu?.. Bence takım tutmaktan çok da farklı değil. Çünkü seni öldüren ve senin öldürdüğün de aynı duyguyu, düşünceyi taşıyor. Bu, tribünde kendi takımları için ‘vur, kır, parçala bu maçı kazan’ tezahüratını yapan taraftarların tavrıyla benzeşmektedir.
Bendeniz vatan için (daha doğrusu insanlık için) ölmeyi değil yaşamayı önceleyenlerdenim. İnsanın nihai hedefi güzel yaşamak, müreffeh yaşamaksa o zaman insanlığı büyük bir aile kabul edip her bir milleti o ailenin bir ferdi saymanın doğru olacağı kanaatindeyim. Hala da bu düşüncedeyim. Ailenin fertlerinin birbirine düşmanca davranmasını hoş karşılamam.
Şüphesiz hoş fikirler bunlar. Yalnız şimdilik sadece teoride… Uygulama şansı yok bu düşüncelerin.
Madem insanlığın alacağı daha çok yol var, o zaman takım tutar gibi milli kültür ve değerlerimizi sahiplenebilir, vatanperver, milliyetperver olup o vatan ve milliyet için var gücümüzle çalışabiliriz. Bu durumda varsın hümanist olmadığımız, yetmiş iki milleti bir, insanlığı da aynı ailenin üyeleri gibi görmediğimiz söylensin.
Varsın söylensin. Bu tür söylemler (hümanizm) insanının kendi eviyle(vatanı, milleti) ilgili duyarlılıklarını zaafa uğratmaktadır. Bu zaaf korkarım ki böyle giderse ileride başımıza iş açacak. Çünkü modern medeniyetin müntesiplerinin zenginliği arttı ama insanlığı asla. Gerçi Akif bu durumu 1920’de ‘tek dişi kalmış canavar’ şeklinde simgeleştirmişti ama biz kraldan çok kralcılar -aptallığımıza doymayalım- Avrupalıların bir gün bizi de kendileriyle bir ve eşit göreceklerine inancımız tamdır. Bu saflıktan artık vazgeçmenin zamanı geldi de geçiyor bile.
Yeni durumlar karşısında önceden belirlenmiş stratejiler geliştirmek şart. Yeni durumlarda doğru stratejiler geliştiremezsek Sarkozyler kendilerini bir halt sanacaklar, sanmaya da devam edecekler.
Belki de söyleyeceklerimin en sıkıntılı olanlarını sona bıraktım. Ey yaran, bendeniz bir dinin mensubu olmanın da bir takımın taraftarı olmak gibi olduğunu sanıyorum. Dikkat edilirse her dinin mensubu kendi dinini mutlak hak din olarak kabul eder. Kabul etmezse o kişi o dinin mensubu değildir demektir. Bu fikirlerimden sonra okunmadığıma şükür mü etmeliyim yoksa? Bilemedim! Hâsılı takım tutar gibi din tutmak hiç de küçümsenmeyecek bir konu. Belki bu sayede kaybedilenlerin binlercesi, on binlercesi geri dönecektir, dinine, diyanetine.

Sb 26/12/2011

Sezai Karakoç yalakalığına reddiye

Hemen soralım “Sezai Karakoç, Türkiye'den çok daha fazla bir "şey"di:” diye yazmak yalakalık değilse nedir, ya da lafazanlık? Sezai Karakoç’a Cumhurbaşkanlığı tarafından "devlet onur ödülü" verildi ama kendisi lütfedip ödülünü almaya gitmedi.
Bu harekette bir yobazlık müşahede ediyorum. Kafasını kuma gömen devekuşu durumları veyahut burnundan kıl aldırmaz adam tavırları. Sezai Karakoç’un şiirleri güzeldir. Keşke Cumhurun başının verdiği ödülü almaya da gitseydi. Çünkü hiç kimse tek başına bu devletten büyük değildir…
Bir lafazan olduğunu düşündüğüm Yusuf Kaplan temennanın boyutunu oldukça ileri safhalar taşımış, demiş ki: “Çağrısını kuran bir çağlayanın, çağını da kurması için sürgit yolda olan, çağın ağlarını aşmak için ân be ân yol alan, çağın bağlarını kırmak için gün be gün yılmadan, usanmadan yol açan bir küheylânın ödülünü verebilecek bir kimse veya kurum tanımıyorum bu dünyada.”
Karakoç’un ‘ba’sü bade’l-mevt’ düşü
Sezai Karakoç ‘diriliş’ dedi hep bir ‘ba’sü bade’l-mevt’e inandı.Yani İslam medeniyetinin yeniden dirileceğine iman etti. Belki de onu yeise sevk eden ve mücerret bir hayat yaşamasına ve merdümgiriz oluşuna sebep budur. O da artık: ‘Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler;/ Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler./Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,/ Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.’ gerçekliğine inanmış olacak ki kendini kandırmak istemiyor. Ne yazık ki diriltilecek bir medeniyetimiz yok artık, dolayısıyla da  ödül hak edecek bir durum...

Sb 30/12/2011

Münazaraya, tartışmaya, saçaklı mantığa ve ikili mantığa dair

Münazara nedir?
Önce TDK kelimeyi nasıl tanımlamış ona bakalım: 1.Münazara, bir konu üzerinde, belli kural ve yöntemlere uyularak yapılan tartışma: "Bir fikrin münazarasıyla kütüphanesinin önünde sabahladığımız geceler olurdu."- A. H. Müftüoğlu. (TDK’nın verdiği örnek cümleden bir şey anlayan varsa beri gelsin! Sb)
 2. (edebiyat)  Divan edebiyatında zıt varlıklar ve kavramlar arasındaki karşıtlığı anlatan yazı türü.
Hâsılı münazara, taraflarca birbirine zıt iki fikrin/düşüncenin kıyasıya savunulmasıdır. Tabiatıyla münazara hakikatin ya siyah ya da beyaz olduğu zehabını doğurur. Oysa hakikat siyah ve beyazı kapsadığı gibi bu iki rengin arasındaki gri alanları da kapsar. Hal böyle olunca münazara yapmak ve münazaranın mantığını savunmak saçma olur.
Tartışmak nedir?
Cemil Meriç’e göre tartışmak hakikati birlikte aramaktır. Münazara ise hakikati birlikte aramak değil karşındakini düşman gibi görüp onu alt etmenin yollarını aramaktır. Gene Cemil Meriç tartışmada kaybeden kazanmıştır, der. Çünkü kaybeden göremediği bir şeyi görmüş dolayısıyla da kazanmıştır. Münazarada ise kaybeden iflah olmaz hastadır artık. Çünkü kaybetmiştir. Kazanan ise savaş kazanan komutan edasına bürünür…
Eskiden okullarda münazara yarışmaları yapılırdı ve yukarıda sıraladığım sakıncalardan ötürü vazgeçilmişti bundan. Şimdilerde gene hortlatıldı. Niçin ve ne sebeple hortlatıldı, bilmiyorum.
Geçenlerde okulumuzda yapılan münazarayı seyrettim ve kaybeden taraftaki travmayı  gördüm. Kaybeden taraftaki sarsıntının nasıl giderileceğini birinin anlatmasını isterdim. Atılan taş ürkütülen kurbağaya değdi mi, hiç sanmıyorum…
Saçaklı mantık
Çocuklara münazara yaptıracağımıza hakikat tasavvurlarını değiştirmeye çalışalım. Onlara öğretebileceğimiz en önemli şey saçaklı mantıktır. Saçaklı mantık, hakikatin görece ve çok buutlu olduğu esasına dayanır.
Saçaklı mantığın mefhum-u muhalifi ikili mantıktır. Buna göre bir şey ya doğrudur ya yanlış, ya iyidir ya kötü. Dikkat edilirse ikili mantık hayatımızı mahvedecek bizi ölmeden mezara koyacak bir şeydir. Çünkü hayata bu zaviyeden baktığınızda yaşam alanınız oldukça daralacaktır.
Saçaklı mantığa göre bir kişi ya iyi ya da kötü olamaz, hem iyi hem kötü olabilir. Yani kişi, birçok yönüyle iyi; birçok yönüyle de iyi olmayabilir.
Aynı durum kişinin yetişmesinde aile mi ya da çevresi mi daha etkilidir sorusuna verilecek cevapta da söz konusudur.(Okulumuzda izlediğimi söylediğim münazaranın konusu bu idi.) Hem aile hem çevresi kişinin yetişmesinde önemlidir.
Ayrıca sorunun mantığına dikkatle baktığınızda çarpıklık olduğunu görürüsünüz. Çünkü Türkiye şartlarında kişinin ailesiyle çevresi aynı kültürel özelliklere, aynı hakikat tasavvuruna sahiptir.
Soru belki şöyle sorulmalıydı: Kişinin/bireyin yetişmesinde çevresi mi yoksa kendi bireysel çabaları mı etkilidir? Gerçi bu soruya da her ikisi diyebiliriz.
Yukarıdaki soru çerçevesinde geçenlerde söylediğim bir sözü açmak isterim. Söz naçizane şöyle idi:"Okumak, kişinin içine doğduğu kültürün yalanlarını/ yanlışlarını fark etme sürecinin adıdır."
Münazarada birey ifadesi kullanılıyor idi. Burada bir de birey tanımı yapmak yerinde olacak: Birey, meselelere kendi kafasıyla bakabilen, meseleleri kendi gözüyle görebilen kısaca noktainazarı olan insandır.
Bireyin, yetişmesi demeyeceğim, inşası için okumak üzerine yaptığım tanıma dikkatle bakılmalıdır. Kişi birey olmak istiyorsa öncelikle yakın çevresinin boynuna taktığı tasmalardan kurtulmalıdır.
İnsanların çoğu şüphesiz yakın çevresinin boyasıyla boyanır ve dünyaya o zaviyeden (yakın çevresinin) bakar. Bundan kurtuluş ancak hakiki manasıyla eleştirel okumakla mümkündür.
Kişinin okudukları ve kendi bireysel çabaları hayatının bir döneminden sonra yakın çevresinin etkilerini büyük oranda azaltacaktır ama bütünüyle ortandan kaldıracak mıdır? Hayır,  bu mümkün olabilemez.
Sonuç yerine
Sonuç olarak kimi eski hastalıklarımızın (münazara gibi) nüksetmesi anlaşılır değildir. Okullarda yeterli oranda sosyal faaliyet olmadığı gerekçe olarak ileri sürülüyorsa bu oldukça yapısal bir değişikliği zorunlu kılar.
Ne gibi denecek. Bütün planlama baştan aşağı değiştirilmeli. Ders çeşitliliğinden öğrenciler kurtarılmalı. Tiyatro, sinema ve tahrir dersleri konulmalı vs…Tabiatıyla üniversiteye geçiş sistemi ya hepten kaldırılmalı ya da değiştirilmeli…
Sb 31/12/2011

Nihat Genç'ten bazı deyimlerin hikayeleri

Gözden Sürmeyi Çekmek,
Gemilerde kerestelerin dizildiği gözler vardı ve her bir keresteye de ‘sürme’ denirdi ve çalınmasın diye başlarına nöbetçi konulurdu, buna rağmen gözden sürmeyi çekenler çıkardı, bu itibarla bir ince hırsızlık tabiri olarak halen kullanılır..
***
Avcunu Yalamak,
Hamile kadınların canları çok şey (aş ermek) ister ancak bulamazlar, bir inanca göre, avuçlarını yalayınca aş erme isteğinin geçtiği avuç yalayarak tatmin olunduğu söylenir ve halen çok yaygın şekilde uygulanır..

Hoşafın Yağı Kesildi
yeniçeri hoşafı bulaşığı temizlenmemiş kazanlarda yapılırdı ve bir gün yeniçeri ağası değişince kazanları yıkayıp temizletmeye başlamış ve ‘işler düzene girdi’ anlamında ‘hoşaf artık temiz yağsız’ diye kullanıma girmişti, sonra sonra kılık değiştirdi..
***
Aklı Kesmek,
deyimini hemen hergün defalarca kullanırız, bir yeti olarak aklını kullanabilmeyi anlatırız ancak akıl bir bıçak mı kessin, bıçakla aklın ne ilişkisi olabilir? Bir hikayesi var eskiler anlatır, doğu ve batı’nın büyük filozofu İbni Sina cebir ve geometriden sınıfta kalmış ve okulu terk edip kervana takılmış.. Kervan yolunda bir kuyuya su çekmek için gitmiş, bir şey çok dikkatini çekmiş.. Kuyunun ipi gide gele kuyunun taşını kesmiş.. Oracıkta düşünmüş ip kadar zayıf bir şey taş gibi sert şeyi nasıl keser diye.. İp devamlı çalışırsa kayaları dahi kesebilir, o halde, aklımla her şeyi kesebilirim, ilk işi okuluna dönüp cebir ve geometriyi halletmek, olmuş..
***
Ölür müsün Öldürür müsün
Adamın biri hacca gitmiş ve memlekete dönerken padişahıma ne hediye alayım diye düşünüp ipekten bir kefen almaya karar verir ve sarayın kapısına dayanır ve hemen padişaha hediyesini takdim etmek ister. Kapı görevlisi içeri almaz adam ısrar edince hediyeyi görmek ister, ipekten bir kefen olduğunu öğrenince kapıcı iyiden iyiye deliye döner ve adama küfrederek döverek kovmaya başlar.. Tam o sırada padişah gürültüye gelir, kapısına kadar gelmiş saf ve zavallı bir tebasına kapıcının yaptığını beğenmez ve neler olduğunu öğrenirken kapıcıya çıkışır..
Kapıcı ne münasebetsiz bir hediyedir diye ipekten kaftanı hem işaret hem şikayet ederek kendini savunur: Sen mi Ölürsün yoksa öldürür müsün?

Anlamın, anlamanın anlamsızlığı

Anlamak… Neyi, nasıl?
Bazı zamanlar vardır, insanın insan aradığı ama bulamadığı, bulmayacağı zamanlar. İşte böyle zamanlarda anlam denen şey bütünüyle buharlaşmakta geriye hiçlik duygusu kalmakta. Bu duygu insanın hayatını bütünüyle kapsayabilir.
Bu garip (absürt anlamında) dünyada felsefi eğitimden geçmiş modern insanın anlam inşa edememesi aslında pek de anlaşılmaz değil. Çünkü büyü bozulmuştur. Başka bir ifadeyle modern insan, toplumsal değerler manzumesinin kurmacalığının farkına varmıştır.
Kurmacayı fark ettiğinizde sözgelimi babaannenizin izlediği dizide sevdiği bir kahramanın ölümüne ağlaması size garip (gene absürt anlamında!) gelecektir.
Kurmacanın ne olduğunun farkında olan birinin, güzel bir sanat eseri karşısında yukarıdaki babaannenin verdiği tepkiyi verip veremeyeceği sorulabilir.
Hiç şüphesiz benzer tepkiler verilebilir, fakat bir farkla. Babaanne kurmacayı gerçek zannettiği için ağlamıştır, kurmacanın farkında olan kişi ise gerçek olduğu için değil bir insanlık gerçeğiyle üst seviyede buluştuğu için ağlamıştır. İkisi de içgüdüsel, ikisi de gayritabiî bir eylemdir.
Sonuç: Anlamın anlamsızlığını fark ettiğinizde hayatınız hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü buradaki anlam, içine doğduğunuz dünyanın kurmaca dünya olmadığı öncülüne dayanır. Siz bu öncülü aştığınızda içine doğduğunuz dünyanın kurmacalığının farkına varıyorsunuz demektir. Bu durumda, yaşadığınız dünyanın değerler manzumesinin buharlaşması kaçınılmaz olmaktadır.
Çözüm: Yeniden bir anlamlar dünyası, değerler manzumesi inşa etmek… Bu, tabiatıyla zor bir süreç, belki on yıllar, bekli de yüz yıllar alacak. Bu süreç yüz yıllar alacaksa demek ki sorun sadece bireyi veya bireyleri değil nesilleri ilgilendiriyor dolayısıyla da tüm toplumu hatta insanlığı ...

Sb   17/01/2012

Fikret’i sevmeyen Atatürk’ü nasıl sever?

Servet-i Fünun dönemi edebiyatının en usta şairidir Fikret. Bir yerde “irfanım terk-i tebaiyet etti.” der. Yani bunun Türkçesi artık Müslüman değilim demektir.
Bunu öğrenci milletiyle ( güruhuyla demeliydim) paylaştığımda Tevfik Fikret için homurdanmalar başladı. Ona içlerinden geldiği gibi hakaret etmeyi ihmal etmediler. Bu biraz da kuyruk acısı olanın dolaylı yollardan sövüp saymasını andırıyordu. Çünkü benden iyice usanmışlar, bıkmışlardı; ben onların atalet içerisindeki beyinlerini farklı sorularla bulandırıyor dolayısıyla da rahatlarını kaçırıyordum…
Niçin homurdandıklarını sorduğumda Fikret’in yaptığının affedilmez hata olduğunu söylediler. “Herkes Müslüman olurken o nasıl Müslümanlıktan çıkarmış.”
Devam ettiği devlet dairesinde hiçbir iş yapılmadan ödenen maaşı reddettiğinden ötürü Fikret’in esasında ahlak timsali bir şahsiyet olduğunu söyledim, ayrıca ahlakın salt biz Müslümanlara özgü bir olgu olmadığını da.
İçinde yaşadığımız memleketi yönetenlerin birtakım çelişkilerinden bahsettim. Sözgelimi sıradan bir adam devlet memuruyken talih kuşu üzerine konuyor, küçük bir ilçeye belediye başkanı seçiliyor o güne kadar elde edemediği serveti bir dönemde elde edebiliyor. Üstüne üstlük ramazanda iftar vermeyi de ihmal etmiyor.
Soruyorum: Her türlü yolsuzluğun döndüğü belediyelerde ramazan geldiğinde iftar verilmesi sizce ahlaksızlık değil midir? Değilse nedir?
Dolayısıyla boğazından hak etmediği bir lokma ekmeğin geçmemesi için didinen adam “irfanım terk-i tebaiyet etti.” dediği için ahlaksız olacak siz beyler her türlü melaneti gözünüzü kırpmadan irtikâp edeceksiniz ama sırf Müslüman olduğunuz için ahlaklı olacaksınız. Yok, öyle yağma Hasan’ın böreği.
Gelelim zurnanın zırt dediği yere: Türk’ün modernleşmesinde (fikrî bağlamda) Sadullah Paşa’nın 19. Asır Manzumesi’ni başlangıç noktası veya zincirin ilk halkası olarak alırsak Fikret’e ve Atatürk’e –birine yazdıklarından, bir diğerine yaptıklarından dolayı- bu zincirin en önemli halkaları gözüyle bakmamız gerekir. Modernleşme zincirinin Atatürk’ten önce gelen en önemli halkalarından biridir Fikret. Bu bağlamda kendisine Gökalp’ten önce ve Gökalp’le birlikte Cumhuriyeti fikir planında hazırlayanlardan biridir diyebiliriz.  Öyleyse bunlardan birini sevdiyseniz öbürünü kaçınılmaz olarak seveceksiniz demektir. Zira oportünizmin alemi yok.
Peki, ben nasıl bakıyorum bu mevzua? Fikret’e ya da Atatürk’e sevmek ya da sevmemek nazarıyla bakmanın bizi fasit bir daireye sürükleyeceğini düşünüyorum. Benim tüm gayretim fotoğrafın bütününü görmek ama doğru görmek ve tabiatıyla da doğru değerlendirmeler yapmak içindir sevmek ya da sevmemek içi değil.

sb  18/01/2012

19 Mayıs törenlerinin iptali Cumhuriyetin kurucu felsefesine ters düşer mi?

El-cevap, kesinlikle hayır. Kurucu ideoloji insanımızı tebaadan vatandaşa, kuldan bireye dönüştürmeyi amaç edinir. Belki bunun yalnız kâğıt üzerinde böyle olduğu iddia edilebilir ama gene de erken cumhuriyet döneminde olup bitenleri bu minvalde okumak lazım.
Batılılaşmada/modernleşmede kritik eşik atlandığına göre erken cumhuriyet döneminin kimi ritüellerini sürdürmenin bugün için bir anlamı kalmamıştır. Dolayısıyla özellikle kendini sol veya Atatürkçü olarak konumlandıranların “19 Mayıs törenlerinin iptali” mevzuunu sorun etmelerinin gereği yoktur.
Yaşadığımız (modern) zamanlarda eski yapıların ve anlayışların sürdürülmesi zordur. İsteseniz de istemeseniz de devlet ve toplum yönetiminde hukuk devleti normlarını sağlayarak demokrasinizin çıtasını yükseltmekle mükellefsiniz. Bu ideal, takdir edilecektir ki tebaadan vatandaşa, kuldan bireye dönüşmüş insan tipiyle gerçekleşecektir. Çünkü insanların kilitlendiği tek bir hedef var artık, maddi refaha ulaşmak. Maddi refaha ulaşmak emeli modern zamanlarda modern zihniyetleri ve modelleri zorunlu kılmaktadır.
Bütün bunlardan şu çıkar: Cumhuriyet, toplumu devlet eliyle ve zorla modernleşmeyi (batılılaşmayı demeliydim) amaç edinmiştir. Şimdilerde buna gerek yoktur. Çünkü:
1. 1923’ten bugüne modernleşme anlamında büyük mesafeler kat edilmiştir.
2. O gün modernleşmeye direnen muhafazakâr kesim herkesten çok modernleşmeyi/çağdaşlaşmayı ister hale gelmiştir.
3. Dünyanın geldiği nokta itibariyle de modernleşmeden kaçış yoktur. Bunun için Arap toplumlarındaki adına Arap baharı denilen değişime bakılabilir.
4. Artık devletler öncü kuvvetler olmaktan çıkmış, yani terbiye edici vasıflarını yitirmişler, bireyler ve kimi küresel güç odakları, devletleri ve onu yönetenleri terbiye eden, yönlendiren güç haline gelmeye başlamışlardır.
Hâsılı, modernizmden post modernizme evrildiğimiz bu zamanda birey olmanın hilafına kitlenin bir parçası olmayı matah bir şey haline getiren 19 Mayıs törenlerinin ve her gün çocuklara ant okutulması gibi uygulamaların iptalinde geç bile kalınmıştır.

sb 19/01/2012
Not:Bugün kısmen de olsa farklı düşündüğüm konularda yukarıdakine benzer kimi yazılarımı silmek istiyorum ama kişisel değişimimi gözlemlemek açısından da silmeyi doğru bulmuyorum. sb 08/09/2013

Niçin bizim 'de Gaulle'müz yok?

"Niçin bizim Sartre’ımız yok" yakınmaları aklıma gelince hatırladım bu sözü. Cezayir’deki Fransız işgali sırasında hükümet aleyhine bildiri dağıtan Sartre'ın tutuklanması konusunda general Charles de Gaulle e baskı yapılınca "Sartre ı tutuklayamam " diyen general'e "nasıl tutuklayamazsınız. siz fransa demeksiniz." denmiş. General de Gaulle de "beyler ben Fransa demeksem, Sartre Fransanın ta kendisidir" cevabını yapıştırmış o sırada.

Niye bizim de Sartre mız yok diye ağlanacağına, neden bizim de Gaulle'müz yok diye ağlansa daha yerli olacaktır. Kaynak: Ekşi sözlük

Alıntı- Özdemir Asaf'tan "YAKIN"

Bir ışık düşerse üstüne basma.
Daha yakınlaşır, korkarsın.
Bir leke, silmeye-gör
Leke kalır, sen çıkarsın.


Bir gölge, nereye gider.
Gözlerince gider, bakarsın.
Bakarsın girer gözlerinden.
Leke onun peşinden, bakarsın.

Bir ışık düşerse üstüne basma,
Gözlerine basarsın.



Alıntı- Özdemir Asaf'tan "YÜK"

Bir öykü var, sakladığın,
Bir öykü var, ardında duran
Bırak onu, uyansın.

Şimdi sen bir anı düğümü önünde
Duvarcana uzanıp duran,
Taşlanmış yükünle uyuyansın.

İyi bir televizyon/dizi izleyicisi olmak

Fi tarihinde nezaket ve incelik abidesi bir büyüğüm -Metin Çakır- şöyle demişti: “İyi bir televizyon izleyicisi 3–5 yılda ilkokul mezunu ise ortaokul, ortaokul mezunu ise lise, lise mezunu ise üniversite mezunu haline gelir.”
Acaba doğru mu bu yaklaşım? Galiba, fakat biraz kontrollü, yönlendirmeli olmak kaydı şartıyla…
Kontrol ve yönlendirmeden söz ettik. İnsanların çoğu ne izleyeceklerini bilmedikleri ve televizyon izlerken oldukça edilgen konumda -zihnî atalet içinde- oldukları için televizyondan hâsıl olması gereken ne ise o hâsıl olamamaktadır.
Belki Metin Çakır iyi bir televizyon izleyicisi olmaktan tartışma programlarını takip etmeyi, belgesel programları izlemeyi kastediyor fakat bendeniz iyi bir televizyon izleyicisi olmanın kapsadığı alanı oldukça genişletiyorum. Futbol maçı izlemenin bile iyi bir televizyon izleyicisi olmakla alakasının olduğunu düşünüyorum. Zira futbolun sadece futbol olmadığını bilen seyirci isterse yaşanılan hayatı birçok yönüyle bir futbol maçında izleyebilir.
Bununla beraber dizi izlerken sorulması gereken birtakım sorular vardır: İzlediğim dizide hangi insanlık gerçeklikleri anlatılmaktadır, anlatılan insanlık gerçekliklerinin yaşadığım gerçekliklerle bir ilintisi var mıdır, ilh.
Bir dizi, bu tür sorularla izlendiğinde diziden, roman okumaktan elde edilecek her neyse ondan fazlası elde edilmiş olacaktır.
Çünkü biz izlediğimiz diziler sayesinde içinde yaşadığımız dünyanın gerçeklikleri ve kendi gerçekliklerimiz hakkında farkındalıklar oluşturmuş biraz daha duyan, düşünen, empati yeteneği gelişmiş bir kişi oluruz.
Burada meselemi tam olarak anlatabilmek için biraz konu dışına çıkar gibi görülebilecek şu görüşlerimi de paylaşmak isterim: Roman, hikâye okumak çetrefilli bir iştir. Romanı çoğu zaman dikkatli okuyamayız, o azim ve sebatı gösteremeyiz. Dizi/sinema filmi ise ekip işi, üzerinde çokça çalışmayı gerektiren, her şeyden önemlisi anlatılmak isteneni göstererek anlatan bir sahne sanatıdır.
Takdir edilecektir ki bu hususiyetleriyle sinema sanatı edebiyatın önüne geçmekte ve onu kovmaktadır. Edebiyatla iştigal ciddi, çetrefilli bir iştir demiştik. Günümüzün aylak insanının ise edebiyata yeterli zaman ayıramayacağı açıktır. Hal böyle olunca modern zaman insanı edebiyattan dolaylı yollardan istifade edecek ve dikkatli bir televizyon izleyicisi olmak zorunda kalacaktır.
Dikkatli bir televizyon izleyicisi olmaz isek ne olur? Eğer edebiyattan ve güzel sanatların başka şubelerinden beslenmeyeceksek ruhen oburlaşırız. Ruhen oburlaşmak ise belki nefes alıp vermeyi engellemez ama hakikatte yaşamamaya delalet eder.

Sb  30/01/2012

Alıntı- Faruk Nafiz Çamlıbel'den "VERASET"

Ninem beş yüz altına satılmış bir esirdi,
Dedem beş yüz altını sayan bir derebeyi:
Köpek kanı, kurt kanı biri birine girdi,
İkisinden meydana çıktı bir kurt köpeği.

İki zıt cevheri var nabzımda vuran kanın,
Biri elpençe duran, öteki durduranın.
Duygum sana taparken düşüncem bir hayvanın,
Sırtında bir kadınla aşar karşı tepeyi.

Ben ninemden muhabbet, dedemden kin almışım,
Çini bir kase kadar başkadır içim, dışım.
Elini öpmek için yalvarsa da bakışım,
Isır diye tepinir gözlerimin bebeği...

Alıntı- Nihat Genç'ten: Doğranmış soğan

Meşhur pastırmasından almak için şehir içinde dükkana girdim. Peşimden iki başörtülü dünya güzeli annem gibi kız kardeşim gibi bir anne kız da dükkana girdi. Tezgahtara ‘doğranmış soğan var mı?’ dedi. Tezgahtar ‘var ama kıymalı pide için kendimize ayırdık’ dedi, ve kadınlar burun büküp dükkandan çıktılar.
Tam kapıdan çıkıyorlardı, döndüm kadınlara ‘ablacığım anlamadım, siz ne satın almak istediniz?’,.Anne olanı: ‘doğranmış soğan’ dedi.
Biraz evliya çelebi şaşkınlığıyla ‘doğranmış soğan satılması bu memlekette adet midir?’ dedim: ‘yok, hayır’ dedi hem kadınlar hem dükkancı.
Peki doğranmış soğan niye satılır? Diye söylendim kendimce, kadınlar çıkıp gittikten sonra dükkancı: ‘tembellik işte’ dedi, ‘alışmışlar dükkancının kendi pideleri için doğradığı soğanları hazır almaktan’..
Beynimden vuruldum, dizlerim titredi, düşecek bayılacak gibi oldum.

Daha neresine gideceksin Anadolu’nun, çevir arabayı dön geri. Nerde sabahın beşinde ‘bismillah’ deyip kalkan Anadolu köylüsü.

3 Eylül 2013 Salı

Okuduklarımdan...

Melih Cevdet Anday’ın Hiroşima için yazdığı şiir:
Büyükbabam, babam, ben
Küçük oğlan, kız, damat...
Gelişimiz teker tekerdi
Gidişimiz cümbür cemaat.
***
O Savcı acilen nöroloji uzmanına gitmelidir
Gazetelerde iç acıtan bir fotoğraf…
Bergama’da 30 Ağustos törenleri yapılıyor. Protokol tribünü önünden bayraklarımız geçiyor. Tüm protokol ayağa kalkmış bayrağımızı selamlarken bir kişi ayağa kalkmıyor, protokoldeki koltuğunda kımıldamadan oturmaya devam ediyor. Ceketinin yakaları sonuna kadar açık, kravatı bacaklarının arasına kadar inmiş, sağ eli sandalyesinin kenarlığında, sol eli dizinin üzerinde, ‘Bunlar da ne?’ dercesine geçmekte olan bayraklarımıza bakıyor.
Öğreniyoruz ki, bu kişi Bergama Cumhuriyet Savcısı.
***
Not: Alıntıladığım haberlerin bir kısmına yorum olarak Neyzen Tevfik'in aşağıdaki şiiri iyi gider.
"ben sana bok demem,
boklar duyar ar eder.
bir zerren düşse boka,
onu da mundar eder.

tanrı senin hamurunu
necasetle yoğurmuş,
anan seni sıçar iken
yanlışlıkla doğurmuş." neyzen tevfik
***
İftar molası verdi, terfiyi kaptı
Görevden alınan Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu Başkanı Hasan Çağıl’ın yerine atanan Ali İhsan Dokucu, sağlık çevrelerinde, Şişli Etfal Hastanesi’ndeki görevi sırasında 3 buçuk yaşındaki bir çocuğun ameliyatına iftar molası veren doktor olarak tanınıyor.
http://www.odatv.com/n.php?n=iftar-molasi-verdi-terfiyi-kapti-0409131200

***
Yiğit Bulut kaza yapmış, iddiaya göre alkollüymüş.. aman başbakan duymasın!!! işte link...
http://www.odatv.com/n.php?n=mustafa-mutlunun-isine-son-verildi-0309131200

***
Kız kardeşle evlenmek caizmiş (yuh sb)
Suriye'de önde gelen bir Selefi Şeyhi olan Nasır el Ömer, “cihat nikâhının kıyılması” ve yaygınlaştırılması için her yerde konuşmalar yaparak ve bu nikahı savunmuştur. Şimdi de Suriye'de savaşan muhaliflerin “kendi kız kardeşleri ve mahremleri ile nikâhlanabileceklerine dair bir fetva” yayınladı!

Şam Selefi şeyh Nasır el Ömer, Şia karşıtı yayınlar yapan "Visal" kanalında yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Silahlı mücahitler, namahrem mücahit (!) kadınlar bulamıyorlarsa, o zaman kendi mahremleri (anneleri, kız kardeşleri, kızları, teyzeleri, halaları…) ile evlilik akdi kıysınlar...”

Tekfirci Selefi Şeyh Nasır el Ömer, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Yorgunluk bilmeyen mücahitlerin küfür karşıtı ve Suriye - İran zulüm rejimlerine karşı savaştıkları için kendilerine teşekkür ediyorum.”

“Bazıları, Suriye'deki kardeş mücahitlerin hizmetine yönelik yayınlanan fetvaları eleştirmekte ve tepki göstermektedirler. Ancak kadınların ve çocuklara yönelik cinayetlerden bahsetmiyorlar” diyerek konuyu masum bir boyuta indirgemektedir.

Selefi Şeyhi Nasır el Ömer daha önce de yayınladığı fetvasında “Şia ve Alevi kızlarının esir alınarak cihatçı gruplar arasında adil bir şekilde paylaşılması fetvasını” vermişti. (Ahlulbeyt Haber Ajansı)
http://blog.milliyet.com.tr/kiz-kardesle-evlenmek-caizmis/Blog/?BlogNo=427477

***
Yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart insan toplumunun sınıflara ayrıldığı günden beri var olan bir şey... Zira egemenlik [iktidar] gizlemekle mümkün ve gizlemek aldatmak için gerekli. Bu yüzden gizlemesini bilmeyen yönetmesini de bilemez denmiştir. (Suriye'de Esad'ın kimyasal silah kullandığı yalanı üzerine)
http://www.odatv.com/n.php?n=batinin-ikiyuzlulugu-sinir-tanimiyor-0309131200
***
Misafir - hal-ı efkar
İSRAİL,çöl de cennet yartıyor bio-teknoloji ile ve daha bir çok bilim alanında dünya sıralamasında önlerde...ya senin zihniyetindeki sözde İSRAİL karşıtı özde İSRAİL Uşağı ülkeler ne yapıyor....iğrenç bir din senfonisi...su akar Türk bakar sözü sen oraya hes yap diye söylenmiş değil...ancak zaten bu sözü böyle dümdüz anlamıyla bir Türk anlayabilirdi...adam şunu söylemek istiyor:Türkler hiçbir şeyin nedenini sonucunu araştırmaz...merak etmez...kolayına kaçar...işte bu...yahu şu memlekette para getirecek o kadar çok şey var ki...mesela fındık,su akar Türk bakar sözü orada geçerli...eğer fındık almanyada yetişen bir bitki olsaydı,lüks tükeim gıdası olurdu...kilosunu en az 50-60 liraya yerdik...şimdi kaç?işte bu birincisi...ya bor....ham bor'u sat işlenmiş boru üç -beş katına geri al....daha neler neler...ya boğazın altındaki o feci akıntı...sen hesleri bırak sadece boğazın altına bir elektrik tribünü yerleştir Türkiye'nin elektirik ihtiyacı diye bir şey kalmaz...neden derelere musallat oldun ki?
http://www.odatv.com/n.php?n=abuk-subuk-nutuklarla-ve-celenk-koyarak-bagimsizlik-olmuyor-0309131200

1 Eylül 2013 Pazar

Nihat Genç'ten alıntı- Tarihin en büyük hapishaneleri üniversiteler

Otuz yaşına kadar güya yüksek okul okuyor diye üretime hiç katkı sunamayan milyonlarca çocuk. Böyle acıklı dehşetli bir siyaset olmaz.
İçimizden bazıları hatıra olsun diye uğruyor (köyüne sb) birkaç günlüğüne, hepsi o kadar. Milyonlar genç ‘kampüs’ adı altında hiçbir şey üretilmeyen üniversite havuzlarında ‘karantina’ altında.
Milyonlarca genç güya okuyacaklar diye dünyadan hayattan işten emekten el çektirilmiş sanal bir aldatmaca üniversite diye, gerçekte tarihin en büyük ‘hapishanelerine’ kapatılmış. Bu modern hapishaneler için bir de aileleri dersanelerine okullarına milyar dolarlar ödüyor…

Milyonlarca çocuk otuz yaşına kadar üretime dahil olamıyor. Yaylalarına köylerine tarıma dayalı endüstrisine sahip çıkamıyor. İşsizliğin en yoğun olduğu meslek ziraat mühendisleri, ve üstüne köylerde bile anneler kadınlar TV başından kalkıp, birkaç tavuğu dahi yemlemeyi ‘pek zahmetli’ buluyor…

Dilenciler

Marketten alışveriş yaptım ve servis aracına bindim. Bindikten beş dakika sonra servis aracı hareket etti. Beş dakikalık bekleme süresinde bir dilenci dikkatimi çekti. Herkese aynı dil ve ifadeyle sesleniyor, insanların çoğundan da para almayı başarıyordu. Akşama kadar ki hâsılatı varın siz hesap edin.
İnsanımız oldukça diğerkâm. Bu hususiyetiyle kullanılmaya da açık.
Öneri
Dilencilik hastalıksa tedavi yoluna gidilmelidir. Tedavi edilemiyorlarsa ve gerçekten muhtaçsalar devletimiz sosyal yönünü harekete geçirmeli, dilencilerin hepsini bir yere toplayarak bütün ihtiyaçlarını karşılamalı ve asla da onları dışarı bırakmamalıdır.

Sb 03/02/2012

Beni zihninde mahkum et/me!

Adamın birinin zihninde mahkûm oldum. Mahkûmiyetimin kalkması için en az iki saat kesintisiz konuşmam gerekecekti, vazgeçtim.
Benden popüler romanlardan istedi. Yurtdışına gidecekmiş, kültür komisyonu mülakatına girecekmiş vs. Popüler olana karşı olduğumdan hiçbirinin bende bulunmadığından söz ettim. İsterse ona Tanpınar’ın Huzur’unu getirebileceğimi söyledim ve ekledim haddizatında benim kütüphanem zengin değildir, dedim.
Hayatında hiç roman okumamış, romanın ne olduğunu katiyen bilmeyen ve bilmeyecek olan bu zat benden bir şey çıkmayacağını görünce hemen yüz çeviriverdi. Bu davranışıyla o güne kadar beni gözünde boş yere büyüttüğünü izhar etmiş oldu.
Ne demeli şimdi. Bu davranış benim lügatimde tam da nobranlığa delalet eder. Neyse geçelim.
Evet, kütüphanem gerçekten zengin değildir. Çok okumuş olmakla değil iyi okur olmakla övünürüm. Esasında çok okumak diye de bir şey yoktur. Sözgelimi neye, kime göre çok okumuş olursunuz.
Üniversite birinci sınıfında Yavuz Demir hocamız, dördüncü senenin sonunda sizi iyi bir okur olarak buradan mezun etmek diye bir hedefimiz var, bunun dışındaki şeyler teferruat demişti. Hocayı anlamam zor olmadı. Ama ben şanlıydım. Çünkü Türkiye’nin en yüksek iki fakültesine kaydımı yaptırmıştım. Şüphesiz o fakültelerden ilki Cemil Meriç, ikincisi Tanpınar'dı.
Bu iki fakülteden hakkıyla mezun oldum mu? Hala şüpheli. Ama bu fakültelerin kıyısından bile geçmeyip cakasından geçilmeyenlere ne demeli?
Burada şu sorulabilir: Hacı, ya başka fakülteler varsa, başkaları da o başka fakültelerden mezun oldularsa?
Bir yere kadar kabul. Ama benim temelde iddiam şu: Kişioğlu anadiliyle yazılmış en güzel metinleri leş kargaları gibi didik didik etmedikçe ciddi şeyler koyamaz ortaya. Zikrettiğim bu iki isim Türk dilinin iki büyük şahikası. İşte bu yüzden bu adamları ciddi manada okuyanları önemserim. Okumayanları, Türkçeyle felsefi, derinlikli bir dil ve düşünce dünyasına sahip olacaklarına ihtimal vermediğim için önemsemem.
Belki çok keskin bir görüş ama ne yapalım, bu böyledir. Türkçeyle hakikatli şeyler söyleyenleri biraz dikkatli okuyun Cemil Meriç’in ve Tanpınar’ın izlerini görürsünüz. İşte iddialı olmamın bir diğer ispatı da bu.
Bu meyanda söyleyeceklerim uzar gider. Şimdi yazının girişinde zikrettiğim adama bütün bunlardan bahsetmemin anlamı ne? Öylelerinin zihninde mahkûm olmam daha evla. Çünkü hakikati sımsıkı elinde tutan taifesindendir bu gibiler. Bu yüzden böyleleri benim ancak yeis ve hüznümü arttırır.
Ayrıca bu iki büyük şahsiyetin bütün külliyatını okudum diye bütün eserlerinin kütüphanemde bulunmak zarureti mi var?
Popüler olana gelince…
İskender Pala’nın Şah ve Sultan’ı için hiç okumadan yaptığım yorumda isabet kaydettiğimi de söyleyeyim. Siyasi iktidarın Alevi açılımına paralel olarak yazılmış bir roman. Alevilere şu denilmek isteniyor: Sizin geniş kitleden ayrışmanız, aslında 15 ve 16. yüzyıl siyasetiyle ilgilidir. Aranızda esaslı bir ayrılık yoktur. Gelin bir ve beraber olalım…
Nitekim bir televizyon programında İskender Pala’nın şöyle konuştuğuna şahit oldum: Hükümet Kürt açılımında başarısız oldu. Eğer Kürt açılımından önce açılımı destekleyici romanlar yazılsa idi Kürt açılımı başarısız olmazdı. Şimdi sırada Alevi açılımı var. Bari bu başarısız olmasın, insanlar önyargılarını kırsın diye yazdım bu romanı.
Belki niyet halis, ama çok safça. İşte biz edebiyatçılar popüler olana kim bilir bu yüzden burun kıvırıyoruzdur…
Hâsılı popüler kasırgasının önünde savrulmadığımız, bize biçilen gömleklerin içine sığmadığımız için çıkartılan mahkûmiyet kararlarına güler geçeriz…

Sb 4/2/2012

Nasıl bir gençlik?

El-cevap: Yaratıcı fikrini benimsemiş duyan, düşünen, soran, sorgulayan, üreten, iktisatlı, zevk ötelemesini bilen dolayısıyla birey olabilmiş veya birey olabilmenin şartlarının asgarisini haiz bir gençlik.
Neden dindar bir gençlik değil?
Çünkü dindarlığın ölçüsü kime ve neye göredir, belli değil. Aynı dinin içinde bile birbirinden bağımsız inanç grupları var. Bunlardan birini alır ona göre yetiştirirseniz bu, bu zamanda anlaşılabilir ve anlatılabilir bir şey olmaktan çıkar.
Bu zamanda anlaşılabilir ve anlatılabilir olmaktan çıkan şey ne denecek?
Burada çoğunluk değil çoğulculuk kavramına atıf yapmak istiyorum. Çoğunluğun inancı azınlığa zorla benimsettirilemez. Öyleyse yüzlerce inanç grupları çıkar ki devlet eliyle bütün bu inanç gruplarının taleplerine cevap vermeniz pek mümkün olmaz.
Ayrıca hakikat şu ki modern zamanlarda insanlara vahiy müessesesini anlatmanız zordur. Çünkü modern medeniyet metafiziği reddeden lâ-dinî, alabildiğine aklî ve görsel bir medeniyettir.
Kimi mürekkep yalamış insanlar, hayatlarının merkezine aklı, beş duyuyu koyuyorlar, bunların dışındaki mevzularda –metafizik alanlarda- agnostik olmayı seçiyorlar. Bu gayet doğal ve anlaşılır.
Anlaşılır olmayan, doğrulatma imkânı olmayan ve hiçbir zaman da olmayacak şeyleri devlet eliyle dayatmaya kalkışmaktır.
İşte bu sebeple sadece dinî eğitim değil söz gelimi milliyetçi eğitim veya katı laik, pozitivist eğitim de yanlıştır.
Sonuç yerine…
Kanaatim odur ki -yazının girişinde de zımnen izhar ettiğim üzere- eğitimin omurgası yaratıcı fikri üzerine oturtulacak.
Böylece insanlar vahdet-i vücutçu bir anlayışla her işlerinde daha iyiyi daha güzeli arayacakları bir formasyona kavuşturulacaklar.
Tabiatıyla kişioğlu beşikten mezara hep içindeki yaratıcı cevheri arayacak, hayat hep bir öğrenme, daha iyiyi, güzeli arama, bulma sa’y ve gayreti içerisinde geçecektir.
Gene kanaatim odur ki ancak böylece Çetin Altan’ın sürekli hatırlattığı “her 7 dakikada bir evin soyulduğu ülke” olmaktan çıkacağız.

Sb 12/02/2012

Alıntı- Taha Akyol'a göre Cumhuriyet'in iki büyük başarısı

Nuriye Akman soruyor Taha Akyol Cevaplıyor…
-İlk kez kitabınızdan öğrendiğim bir facia da, ilk meclis döneminde çıkarılan ilk kanunlardan birinin frengi ile mücadele olması. Frenginin bu kadar yaygın olduğunu bilmiyordum. Halide Edip'in Mev'ud Hüküm romanını da okumadım tabii.
-Maalesef Osmanlı ordusundaki kayıpların cephede vuruşarak şehit düşenlerden fazlası hastalıklardan, kötü beslenmeden, aşırı yorgunluktan meydana gelmiştir.
-Frengi aslında bize başka bir toplumsal problem olduğunu da gösteriyor.
-Cinsel ahlak bakımından, aile ahlakı bakımından seviyenin düşüklüğünü gösteriyor, evet.
-Bunu da kimse konduramaz. O dönemin insanlarının daha düzgün yaşadığını düşünürüz hep.

-Bu da bizde tarihi idealize etmenin ne kadar yaygın bir problem olduğunu gösteriyor. O dönemde kız kaçırma, ırza tecavüz vakaları ve frengiye yol açan hadiseler o kadar çok ki. Daha 1920 meclisinde görüşülüyor bu frengi meselesi. Cumhuriyet, Anadoluyu frengiden ve sıtmadan kurtarmıştır. Cumhuriyetin alkışlanması gereken iki yönünü görüyorum. Bir kadın hakları. İki, Anadolu insanını onlarca yıl kırıp geçirmekte olan frengi ve sıtmanın mağlup edilmesi.

Tanzimat romanında yetimlik meselesi

Tanzimat romanlarının başkahramanları umumiyetle yetimdir. Bu tesadüf olabilir mi? Asla.
Cedlerimiz, İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna üç kıtada at koşturmuşlar, kılıç sallamışlardır. İslami hak ve hakikatler konusunda kendilerinden oldukça emindirler, ta ki savaş meydanlarında üst üste yenilgiler almaya başlayınca kadar.
Yenilgiler, İslamî hak ve hakikatler konusunda ceddimizin şüpheye düşmesine neden olmuştur. Zira ehl-i iman nasıl olur da ehl-i küfre yenilir. İşte bu sebeple Batı tesiri başlamış, en azından yenilgilerin önünün alınması için askeri alanda Batı tesiriyle yenilikler yapılmış, yetmemiş Tanzimat’la Batılılaşma devlet politikası haline gelmiştir.
Bilindiği üzere Batı, 18. 19. yüzyıla kadar ceddimizin gözünde Ehl-i Salip’tir. Yani haç’tır, küfür ehlidir. Ehl-i küfür olduğu için de küçümsenmiştir. Onun gözünde Batı hiçbir hak ve hakikate de mazhar değildir, olamaz!
Ama gerçekler oldukça acıdır. Savaş meydanlarında kılıcımızın gücüne dayanamayan Ehl-i Salip başka bir suret ve siretle karşımıza dikilmiştir ve onu yenmek mümkün değildir artık. Tanzimat’la birlikte kendimizden ve inançlarımızdan şüphe ayyuka çıkmış hal çaresi olarak İslam ümmetinin bütün değerler manzumesi ters yüz edilmeye başlanmıştır.
Yukarıdaki açıklamalar muvacehesince Tanzimat romanlarının başkahramanları cerbezeli mi cerbezeli, o güne kadar da hiç tanımadıkları Mehlika Sultan’a (Batı’ya) aşık gençlerdir. Bunların babaları ise bütün bir değerler manzumelerimize karşılık gelir. Değerler manzumesini yani babasını kaybeden nesil noktainazırını da kaybedecektir. Bu kaybediş onların hayatta daima sukut-u hayalle karşılaşmaları sonucunu doğuracaktır.
Son söz...
Tanzimat dönemi romanları başkahramanlarının yaşamlarından ve akıbetlerinden mülhemle Türk aydınları daima kaybetmeye mahkûmdurlar denilebilir. Bu kaybediş 150 yıldır sürüyor, bir o kadar daha süreceğe benzer.Çünkü yetimlik devam ediyor. 
sb 21/02/2012

İşte benim idarecilik maceram!..

İşte benim idarecilik maceram!.. Hani şair benim bir de İstanbul maceram var, der ya işte o hesap benim de idarecilik maceram var. Şairin ma...