3 Aralık 2013 Salı

Birkaç yazı birden -3


Mefkure

Fi tarihinde ‘mefkure’ kelimesinin Ziya Gökalp tarafından uydurulduğunu okumuştum. Osmanlıca sözlükte de o.i yani Osmanlıca isim diye geçiyor ve Ziya Gökalp’in yaptığı kelimelerden yazıyor. Demek ki daha başka kelimler de yapmış Delfi kahini!.. Yani bu demek oluyor ki Arapçada fikir kelimesinden üretilen mefkure diye bir kelime yok.

“Kamus namustur. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.” diyenlerce çok kullanılan bir kelime mefkure. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Zaten Ziya Gökalp de, oldukça netameli bir şahsiyettir. Niçin mi? Bunu da başka bir yazıda kaleme alalım.

Cemil Meriç’ten bir alıntıyla bitirelim:Eski sözlüğe kızıl bir kulah geçirdiğini söyleyen Hugo, tek kelime uydurmamış. Heyhat! Batı'da cinnet bile terbiyeli.’

Not: Victor Hugo’nun eserlerinde 20-30 bin kelime kullandığı söyleniyor.

24/07/2011 


Kuşku - Şüphe
Kuşku şüphe yerine uydurulmuş bir kelime. Malum, ‘şüphe’ Arapçadır. ‘Kuşku’da kuşun tereddüdü vardır. Söz gelimi kuş su içerken bir yudum alır, sonra etrafı süzer. Demek ki çok şüpheci bir varlık kuş vs.

Kuşku kelimesi şüphesiz! insanı tebessüm ettiren bir kelime. Bu cümleden olarak demek ki dil devrimcilerinin bozuk zihninden arada böyle güzel kelimeler çıkabiliyormuş demekten kendimi alamıyorum.
24/07/2011

Kadir Mısıroğlu anlatıyor...

...Akif biraz Vehhâbî kafalıdır. “Adam ol ırkına çek” diyor. İstiklal marşında bile “ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal” diyor. Sen nasıl “İslam şairi” oluyorsun? Bunları söylediğim için de bana çok kızan var. Herkes istiyor ki birinden bahsederken methedilsin; yanlışı söylenmesin… Mehmed Akif hakkında birçok adam kitap yazmıştır. Bunların en meddah olanı bir vaka anlatıyor… “Akif, Türk edebiyatının en büyük şairidir, en büyük karakter sahibi adamdır” diyen Mithat Cemal Kuntay. Diyor ki: “Klodfarer caddesinden aşağıya doğru Akif beyle kolkola iniyorduk. Bir cem-i gafîr, Divanyolu caddesini doldurdu. Bizim bulunduğumuz ara sokaklara doğru itildi. O gün Meclis-i Mebusan açılıyordu… “Padişah geliyor” dediler. Sultan Hamid, 76 meclisini açmaya geliyor. Sultan Ahmed’de şimdiki adliyenin yerinde adliye sarayı vardı… İlk meclis orasıydı. Akif, kolumdan çıktı. Ben de Keçecizade türbesine yaslandım. (O Keçecizade de çok melun bir heriftir. Orası tekkedir. Orayı gasbetmiş… Orası olmuş “Keçecizade türbesi”) Duvara yaslandım, bekledim. Bir müddet sonra, kalabalığın arasından çıkıp geldi. Bir öğürtüyle kusuyor… “Ne oldu sana?” dedim. “O melunu gördüm. Nursuz yüzüyle, boyalı sakalıyla… Midem bulandı, kusuyorum” dedi.” Ben birçok Abdülhamid düşmanı gördüm… “Abdülhamid namaz kılmazdı” diyen adam var. Ama “Abdülhamid’i gördüm de midem bulandı, kustum” seviyesinde şiddetli nefreti kimsede görmedim

Kadir Mısıroğlu anlatıyor...

Rıhle: Biz size üç isim soracaktık. Birini siz anlattınız: Nureddin Topçu… Diğerleri ise Cemil Meriç ve Erol Güngör

Kadir Mısıroğlu: Erol talebelik arkadaşım… Türkçü damarı galipti. Ama daha sonra, asistan olduktan sonra İslâmî meselelere, tasavvuf vb. konulara biraz girdi. Ama iyi niyetli çalışkan biriydi. Daha talebelikte Osmanlıca öğrenmişti. Akrabalarından birisi, galiba abisiydi, 27 Mayıs’ta komitedeydi. 27 Mayıs’ı çok alkışlıyordu. “İyi olacak, milliyetçiler Türkiye’ye hâkim olacak” falan diyordu.

Cemil Meriç’i dergide de yazdım. “Biz Yokken Vefat Edenler” başlıklı bir yazıda… Ama o yazıyı yazdıktan sonra gördüm ki Cemil Meriç, “Ajanda” adlı bir kitabı var orada benimle ilgili her şeyi -“yalan yazmış” diyemiyorum ama- yanlış yazmış. Benimle ilgili yazdıklarının hiçbiri doğru değil. Kızına söyledim bunları da, “Babam bazen buhranlı olurdu… Çıkarıp gezdirirdim” dedi. Kolay değildir bir insanın gözünün görmemesi. Cemil Meriç kendini tamamlayamadan gitti. Dücane Cündioğlu onun kızıyla birlikte bir program yaptı. 3 saat konuştum, 3 dakika göstermediler. İşlerine gelmedi. Herkes medih bekliyor.

Cemil Meriç’in bütün kitaplarını okuyun. Bir kitabında da bir klasik Müslüman âlimin adı geçsin… Methi değil; adı… İmam Gazâlî geçsin… Bulamazsınız.


Kadir Mısıroğlu anlatıyor...

Biliyor musunuz benim zamanımda İslam’ı müdafaa eden adamlardan bir tek adamın alnının secde gördüğüne şahitlik ederim. O da kim biliyor musunuz? Nureddin Topçu. Diğerlerinden aklınıza kim geliyor? Mesela Ali Fuad; Cuma dahi kılmazdı, içki içerdi. İsmail Hami; elinde likör kadehi sohbette âyet okuduğunu gördüm. Eşref Edip: Fuad Şemsi’nin orada, seyrediyor, biz akşam namazı kılıyoruz… “Üstad” dedim “bu yatsı değil ki evinde kılacak… Bu adam niye bize uymadı?”… “Aaa sen bilmiyor musun, o hayatında secdeye varmış adam değildir” dedi. Nureddin Topçu kılardı da ne olurdu; İmam Hatip’te Bekir Topaloğlu’nun sınıfında “cin diye bir şey yoktur” deyince çocuklar hafız… Cinle ilgili âyetleri okuyorlar. Koştular Celal hocaya… Celal hoca, “tecdid-i iman et Nureddin. Ayetle sabit olan bir şeyi nasıl inkâr edersin?” deyince “Aa öyle miymiş hocam” diyor. Bereket ki Celal hocaya inanıyordu. Sonraki dersin hocasından müsaade aldı girdi sınıfa özür diledi. Bu özür, güzel. Ama bu kadar, dinde sığ bir adam “İslamî sosyalizm” diyordu. İslam, sıfat; sosyalizm asıl. 40 sene evvel bunu yazdım diye Topçu’nun talebeleri vitrinden kitaplarımı çıkarıp getirdiler ve çöpe atar gibi Cağaloğlu’ndaki yayınevimin ortasına attılar. İşte bu taassupla mücadele etmek lazım. Sanki bu liderler insan değil de haşa masum peygamber…

***
Fİ TARİHİNDE HAYATIMDAN BİR SAHNE

Ruh gayrı aşina, sima gayrı aşina bir rehberlikçi öğretmen hanım yüzüme bakarak ve elimdeki sigarayı göstererek ‘insanların kendi paralarıyla nasıl olup da kendilerini zehirlediklerine anlam veremediğini’ söylemekteydi. Ben de ona ‘dünyayı bir deli saçması olarak gördüğümü, hakikatte dünyayla ilgili her şeye kendince mükemmel anlamlar verdiğini ve bu yüzden bütün bunların ona anlamsız gelebileceğini’ beyan ettim.Bu sefer de içine düştüğüm çelişkiyi göstererek zafer kazanmak istedi. “Peki, dedi, her sabah belli bir saatte kalkıp okula gitmenize ne anlam verilir.” Yani kısaca ‘bu dünyayı anlamsız buluyorsanız şakağınıza bir kurşun dayayıp çekip gidiniz’ demek istiyordu. Bütün bir anlamsızlık içinde çelişkilerin olmasının pek ehemmiyetli olmadığını söylemem karşısında ise: “Sizinle hayat çok zor olsa gerek deyiverdi.” Sanki bir izdivaç teklifim nazikçe geri çevriliyordu. Oysa katiyen böyle bir niyetim yoktu. Evet benimle hayat çok zordu. Bunu anlayan bir tek o da değildi. Üstüne üstlük psikolojinin modern bir mit olduğunu söylemem karşısında ise hepten şaşırarak ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemediler yanındaki bay rehberlikçiyle birlikte. Ampiriklik öyle bir şey idi ki –yani zor zanaattı- ‘mit de ne demek’ diye soruverdiler. Hakikat denilen şeyi inhisarlarında sanan bu iki bön ve nadan, tezyif ve tahkire uğradıklarına hamlederek konuşma nihayet buldu. Ben ise iki ham sofuya daha haddini bildirmenin gereksizliğini bir kez daha anlamış bulunuyorum efendim. 20.11.2005 20:00
***
Kadir Mısıroğlu anlatıyor...

Bakın Mine Urgan diye bir kadın var. Mustafa Kemal’in birinci yıldönümünde, Türk Ocağı’nda konferans veriyor. İsmet Paşa, M. Kemal’le araları açıkken reis-i cumhur oldu ya. “Devletten kimse yok” diyor… Devlet sahip çıkmıyor M. Kemal’e. Bir numaralı hatip Necip Fazıl, iki numaralı hatip Behcet Kemal diyor. 1939’da olan bir hadise bu. Hâlbuki 33’de şeyhini tanımış. Ben Rıza Nur’u çıkardıktan sonra, Vilayet Han’dayken Necip Fazıl bir gün bana geldi. Önüme iki tane defter koydu: Kitap… Adı Eser. “Bak, bunu ancak sen yayınlarsın” dedi. Ne bu? Mustafa Kemal’i anlatıyor. Kullandığı kaynak ne biliyor musunuz? Nutuk… Falih Rıfkı… Başka bir şey yok. M. Kemal iki kaynakla yazılır mı? Bunu da kendisine söyleyemiyorum… Üstad ya… Rıhle: O zaman sizin yaşınız kaç, onun yaşı kaçtı? Galiba Üstad, 1902 doğumlu… Kadir Mısıroğlu: Hayır, siz bilmiyorsunuz… 1901 yazarlardı, “Ben 1904 doğumluyum” diyordu. 1904 yazıldığını görse “Ben 1905 doğumluyum” diyordu. “1908 doğumluyum” dediğini biliyorum. Acayip bir nefis sahibi bir adamdı. Sirkeci’de vapurdan alırdım onu… Orada bir berber var, orada tıraş olur… Hâlbuki daha dün tıraş olmuştur. Tıraştan sonra bir mantara topluiğne batırır. Berber onun için onu hazır etmiş… Aynanın karşısında yarım saat, bıyığındaki bir beyaz kılı siyahlatmakla meşgul olur. Bir kıl… Çünkü yaşlı gösteriyor onu. Bir gün dedi ki: Burhan Belge’nin dediği gibi, “ben majiskül harflerle yazılmış bir ben miyim? Şiir kitabını tarayın, bin defa “ben” kelimesi geçer.
***
Vehleten nedir? İtâle-i kelam nedir?

Rıhle: Cemil Meriç’te ciddi bir garplılaşma eleştirisi de var.

Kadir Mısıroğlu: Ama kendi de garplı. Bazı şeyleri sezmiş… Hiçbir İslam mütefekkirini derinliğine tanımamış. Kitaplarında hiçbir zaman onlardan bahsetmemiştir… İnsan bir kere de oradan misal verir… Vehleten insanın aklına Mevlânâ gelir, Molla Cami gelir… Ama Cemil Meriç’in aklına hiç gelmiyor.

tdk vehleten

zarf, eskimiş (ve'hleten) Arapça vehleten

1 İlk anda. 2.Ansızın.

Ferit DEVELLİOĞLU: itâle-i kelam: itale-i lisan; dil uzatma, sövüp sayma. itale: tavil'den (tul) (uzatma) gelir.
itale-i dest: el uzatma, hıyanet

İşte Abdülhamid, o mektubu Şeyh Zâfir’nin evlatlarına yazmış… Diyor ki: “Hareket ordusuna karşı çıkmadığımdan dolayı hakkımda itâle-i kelamda bulunulurmuş. Mesmû’um oldu ki, beni kınıyorlar… Siz sakın onlara kapılmayın. Ben o güruhun önünde Hızır (a.s)’ı gördüğüm için hareketsiz kaldım.”
***
PKK’yla mücadele nasıl olmalı?

Dağda PKK’lı arayarak PKK’yı sindiremezsiniz. Çünkü dağı o sizden çok daha iyi biliyor.

Karargah temizlenmeli, general sayısı alabildiğine düşürülmeli. Dünyanın en çok general bulunduran ordusuyuz. Bu kadar horozun olduğu yerde bir türlü sabah olmuyor.

Karargah, (GKB) Yüksek Askeri Şura’da “Ergenekoncu paşaları nasıl kurtarırız”ın planlarıyla meşgul. Askerlerimizse 41 derecelik sıcakta sırtta 40 kg teçhizatla 4 gün boyunca dağda PKK’lı aramakta. Tabiatıyla askerlerimiz, başta yorgunluktan dolayı av olmaktan kurtulamıyor.

En gelişmiş silahlarlaPKK’yla mücadeleetmeliyiz. Nokta atışları yapılmalı. Milyonlarca dolarlık silahları dağlara taşlara atarak PKK’yla mücadele edemezsiniz.

KCK tutuklamalarıyla PKK’nın iaşe kaynakları kurutuldu. Başka kaynaklarının da derhal kesilmesi lazım.

Kandil sürekli rahatsız edilmeli. Hatta çok cezri bir önerim var. Hükümet PKK’nın 2-3 gün içinde Kandil’i ve diğer kamplarını boşaltması için ültimatom vermeli. Bu sürenin sonunda Kandil’deki inlerine kimyasal silah atılmalı…

Bununla Kuzey Irak’ta rahat yaşamlarının önüne geçilmiş olur.

Hanidir dünyanın en güçlü ordularından biriyiz diye öğünmekten geri durmuyoruz. Fırsat bu fırsattır deyip bunu PKK’ya ve tüm dünyaya gösterelim ve PKK’ya dünyayı dar edelim.

Yukarıdaki açıklamalarıma rağmen Kürtlere “kültürel otonomi” verilmesi yönündeki düşüncemden de vazgeçmiş değilim. PKK ve Kürt sorunu benim için birbirinden oldukça farklıdır. Çünkü devlet yapılanmamız özellikle ulusalcı yapılanma PKK sorunun doğurmuştur. Bizdeki ulusalcılığın mefhum-u muhalifi PKK’dır. Kürt sorunu ise bir insan hakları sorunu, ana dille eğitim sorunudur.

16/07/2011

KÜTÜPHANELER HAFTASI AÇIŞ KONUŞMAM

Sayın kaymakamım, sayın protokol üyeleri, sayın öğretmenlerim ve sevgili öğrenciler, kitapların olmadığı bir dünya düşünülemez. Eğitimin, bilimin, sanatın temeli kitaba dayanır. İnsanlar için bu kadar değerli olan kitaplar kütüphanelerde korunur ve araştırmacıların, öğrencilerin, tüm insanların hizmetine sunulur. Belki çoğumuzun evinde kitaplığı vardır ama buradan sadece kendimiz ve yakınlarımız, tanıdıklarımız yararlanabilir. Oysa kütüphanelerden çok geniş kitlelerin yararlanma olanağı vardır. Üstelik böyle bir özel kitaplığa sahip olan kimsenin de kütüphanelere gereksinimi vardır. Çünkü özel bir kitaplık asla kütüphanelerin zenginliğine erişemez.

Günümüzde radyo, televizyon, bilgisayar, internet gibi iletişim ve bilgilenme araçları çok gelişmiştir. Ne kadar gelişse, yaygınlaşsa da bunların hiçbirisi kitabın yerini tutamaz. Zaten dünyanın en gelişmiş ülkelerinde kitaba, kütüphaneye olan ilginin azalmaması, aksine artması bunun kanıtıdır. Bizde de her kesime hitap eden süreli yayınlar sayesinde kütüphanelere olan ilginin arttırılması düşünülebilir.

Bu gerçeğin bilincindeki Türk Kütüphaneciler Derneği'nin girişimleriyle 1964'ten bu yana Mart ayının son pazartesi başlayan hafta "Kütüphaneler Haftası" olarak değerlendirilmektedir. Hafta boyunca okullarda, görsel ve yazılı basında kütüphanelerin önemi anlatılmakta konuya halkın dikkati çekilerek kütüphaneler hakkında bilgi verilmektedir. Haftanın amacı, kütüphanelerin birey ve toplum açısından önemini vurgulamak, öğrencilerde okuma alışkanlığını ve zevkini geliştirmek, kitap sevgisini artırmak, öğrencilerin kitaplardan daha çok yararlanmalarını sağlamaktır.

Bilindiği üzere kitap insanoğlunun en güzel balıdır. Biz eğitimciler kitaplı bir dinin mensubu olmak bakımından da bu işin şuuruna en fazla vakıf insanlar olmaklığımız söz konusudur. İnsanoğlunun bütün birikimleri yazı ve dil sayesinde dolayısıyla kitap sayesinde bir sonraki nesillere aktarılmış ve medeniyet bu sayede bugünkü seviyesine gelmiştir. Aksi durumda her nesil sıfırdan başlayacak ve medeniyet el yordamıyla ilerleyecekti.

Cetlerimiz ilim-irfan konularında komplekssiz ve önyargısızdılar. “Huzme safa da’ma keder” yani faydalıyı al faydasızı at, düsturundan hareketle her türlü kitaba, ilme gidebilmişlerdir. Eski Yunan felsefecilerini tanımaları onları İslam dünyasına ve her şeyden önemlisi batı dünyasına tanıtmış olmaları bu anlayış sayesindedir. Ve böylece dünyayı tanıdıkları için yüzlerce yıl hükümferma olabilmişlerdir. Bu anlayış bize asıl düşüncenin bizim gibi düşünmeyenlerin düşüncesi olduğu gerçeğini yani tutunabilmek, yaşayabilmek için antitezin mutlaka tanınması, bilinmesi gerektiği gerçeğini gösterir.

Galiba bu anlayıştan, “antitezini tanıma, bilme” anlayışından vazgeçtiğimiz içindir ki devran değişmiş ilim meşalesi el değiştirerek hak etmeyenlerin eline geçmiştir. Dolayısıyla dünya kan gölüne dönmüş, anaların gözyaşları durmaksızın akmıştır. Burada şunu hatırlatmak isterim: Müslüman bir hassasiyet belki atom bombasını yapacak ilme sahip olabilir ama hiçbir zaman onu yapmaz, yapamazdı. Bu yüzden ilim meşalesini tekrar ele geçirmek suretiyle ilme, insana hizmet eden onu öldüren, yok eden değil besleyen, büyüten bir işlev kazandırmalıdır. Bu da hiç şüphe yok ki kitaba asıl değerini vermek suretiyle olacaktır.

Düşünmek kelimeler üzerinde düşünmekle başlar denilmiştir. Asıl savaşın kaderle insan arasında değil insanla kelimler arasında olduğu gerçeğini de hesaba katarak öncelikle hayatımıza hükmeden kelimelerle işe başlamalı, onların içini doğru bir şekilde doldurarak onlara eski haysiyetini kazandırmalıdır.

Son olarak Kemal Tahir’in önemli bulduğum bir sözüyle konuşmamı bitirmek istiyorum: “Gerçek kendisini zor teslim eder çünkü canlıdır, değişkendir. Canlı ve değişken olduğu için de bir kere teslim alınınca sürgit elimizde kalmaz. Bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu yoktur. Bu savaşın sonu sürekliliğindedir.” Söz burada bitiyor. Ama biz galiba gerçeği bir kere teslim alınınca sürgit elimizde kalır sanmışsız. Hakikat ilanihaye Müslümanların inhisarında, tekelinde zannetmişiz. Yanıldığımız ve düştüğümüz nokta tam da burasıdır. O halde kalkacağımız yer de bellidir. Saygılarımla…

MART 2010
***


BİZE NELER OLUYOR?

Hemen bu soruyu bize neler olmuyor ki, şeklinde cevaplamak mümkündür. Öncelikle Türkçeye neler olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Bu meselede şüphesiz her birimizin söyleyecek çok sözü vardır. Hakikaten yetmiş yıldır Türkçemize neseb-i gayr-i sahih “tilcikler” akın etmiş durumda. İsterseniz Türkçemizin dünden bugüne hal-i pür melalini şöyle bir hatırlayalım:

İlk yazılı kaynaklarımız olan Orhun Abidelerinde kullanılan dilin kelime sayısının pek fazla olmadığını görmemiz çok zor değil. Mamafih bu dilin işlenmiş bir dil olduğunu söylememizde bir fayda mülahaza ediyorum. Buradan hareketle bazı dil alimleri Türkçe’nin geçmişinin beş bin yıl geriye götürülebileceğini düşünmektedirler. Bunun ispatı çok güç bir iddia olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir husus daha var ki Orhun Abidelerinde kullanılan dilin ve o dilin kelime sayısının söz gelimi o günkü Arapça ile Kur-an’ın diliyle mukayese edilemeyeceği pek açık. Oysa Kur-an-ı Kerim, Orhun Abidelerinin yazılışının evveliyatına tekabül eder. Bir dilde kelime sayısına ve ifade imkanlarına dikkat çekmemin sebebi, o dilin büyüklüğünün, buna zenginliğinin de diyebiliriz, o dildeki kelime sayısıyla, ifade imkanlarının zengin olmasıyla pek yakından alakalı olduğunu düşünüyor olmamdır. Hatta ve hatta medeniyetlerin büyüklüğünü anlamanın o medeniyetlerin lügatlerine bakmakla pek tabi mümkün olduğunu söyleyebilirim. Filhakika dil çok sihirli bir müessesedir, keza kelime de öyle. Kelimeler canlı bir organizma gibidir. Onların da ruhu vardır. Onların da içinde tıpkı insanlar gibi, çürükleri, sağlamları vardır. Türkçenin ilk yazılı diğer kaynaklarında ise bu dilin biraz daha işlenmiş, incelmiş, veya medenileşmiş olduğunu söyleyebiliriz. Türkler, ne zaman ki İslam medeniyeti dairesine girmişlerdir, dilleri de o nispette gelişmiş dal-budak salmıştır.

Türklerin İslam medeniyetinin bayraktarlığını yapmaları için, Orhun Abidelerindeki dil, Kutatgu Bilig’deki dil kifayetsiz kalırdı. Bunun için Bakilerin ve Nabilerin Türkçesi şarttı. Dil tabiî bir müessesedir. Ona dışarıdan müdahale kesinlikle hatadır. O kendi kendini arındıracak mekanizmayı kendi içinde kurmuştur.Ve bunun içindir ki Mehmet Akiflerin dili Bakilerin dili ile hiç mukayese götürmez. Ben, bir dilin başka dillerden gramer kaideleri almamak şartı ile kelime almasının doğru olduğunu ve hatta bazı durumlarda ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Burada bu konuya girmeyeceğim. Ama şunu da söylemeden geçmek istemiyorum: Türkler, Arapça ve Farsça’dan kelime almakla beraber bazı gramer kaidelerini de aldılar. Her halde yanlış olan buydu.

Bir istitrat kabilinden de olsa, şuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkler hiçbir zaman merkezî bir kavim(millet demek daha doğru olurdu) olamamışlardır. Çünkü bir zamanlar Araplar, bir meşale yakmışlardı. Biz o meşaleyi onlardan devraldık. Şimdi ise meşaleyi Batı elinde tutmaktadır. Bugün ise bırakın o meşaleyi devralmak onun binlerce kilometre uzağından gelen ışığına perestiş etmiş durumdayız. Ve bu yüzden dilimiz de istikamet değiştirmiş, İngilizce, Fransızca ve Almanca’dan kelime ithal ederek, bu sefer de onların tasallutu altında kalmıştır. Bugün Türkçemizdeki dil kirliliği işte bu yüzdendir.Hiçbir zaman ayakları üzerine basan bir millet olamadık! Tanzimat öncesiyle başlanan Cumhuriyetle radikal bir yorum eklenerek yeni bir yön alıp süren batılılaşma dönemi boyunca toplumumuzda büyük bir ameliye başlamıştı. Önce zihniyetimizi değiştirecektik. Bunun daha bir başka ifadesi, İslam medeniyeti dairesinden bütünüyle çıkıp, batı medeniyeti dairesine geçecektik. Bu iş için de dil ve dinden başlanmalıydı. Şunu kat’iyyetle söyleyebilirim ki dille din ayniyet arz eder. Birbirinden ayrılmazlar veya isteseniz de ayıramazsınız. Bunun için dil ve dini bir paranın iki yüzü gibi kabul edebilirsiniz. Dile vurulan her darbe doğrudan dine vurulmuş gibidir. Konumuz daha çok dinde tasfiye değil, dilde tasfiye olduğu için, bu bahiste dilde yapılan kıyımlara ağırlık vereceğiz.

Atatürk, bir medeniyet dili olan Osmanlıca diye tabir edilen bu dili hiç şüphesiz en iyi kullananlardan biri idi. Peki ne oldu da bu adama kıyımı bizatihi kendi eliyle gerçekleştirdi veya önayak oldu veya bu kıyıma göz yumdu. Bir fikir vermesi açısından şu anektodu anlatacağım: Şerif AKTAŞ, “Yakup Kadri” adlı eserinde bir pasaj anlatır. Yakup Kadri Atatürk’e “uydurukça” diye tabir ettiğimiz dil ile konuşur. Atatürk de ona bu dilin nahoş bir durum oluşturduğunu, bu dili kendilerinden sonra gelen nesillerin konuşması gerektiğini söyler. Gerçekten de düşündürücü değil mi? Bu arada bir büyüğümüzün bir büyük sözünü hatırlıyorum: “Evladım, çöken toplumlarda namuslu insanlar (buna aydınlar da diyelim hatta devlet adamları) yetişmez.” Ne diyelim, doğru söze ne denir ki?

Heideggar, “Dil insanın evidir”, der. Eskiler “üslub-u beyan ayniyle insandır.” diyor. Buradan hareketle Türkçemizde oynanan oyunları anlamak çok zor olmasa gerektir. Çünkü bizim hiçbir zaman tasvip etmeyeceğimiz bu şuursuzluklar, bu şuursuzlukta ısrar, bir dinsizlik temayülü ile gelişmiştir. Bundan da hiç vazgeçecekleri yok. Ve hatta bu uğurda kendilerince çok büyük başarı da kazanmışlardır. Bugün her birimizin ağzında onların kelimeleri dolaşmaktadır. Ne bileyim, ilginç,doğal, sebep yerine neden, Arap’ın umumîsi yerine İngiliz’in geneli, yapay, kanıt gibi daha birçok kelimeyi, burada sayamayacağımız kadar çok kelimeyi bize kabul ettirmiş durumdalar. Her ne kadar bireysel, yok yok ferdi aksülameller, tepkiler mi demeliydim, olsa da dil ırmağını en azından bugün için kendi lehlerine akıtmayı başarmışlardır. Bu uğurda eli kalem tutan her müselmana çok iş düşmektedir. Bakın gene söylüyorum: Bu bir dinsizlik temayülüyle gelişen harekettir. İşe dil ile başlamak istemişlerdi. Ondan sonra gerisi gelir zaten. Çok şayan-ı dikkattir ki bu harekete karşı taraf diye tabir edebileceğimiz zümrelerden değil bizatihi dilin içinden bir büyük aksülamel vardır. Zaten onun için fazla azmıyorlar, kudurmuyorlar. İnanın hep bir Divan edebiyatı tartışmaları, bazı kelimelerin Milli Eğitim müfredatlarından çıkartılmak istenmesi bu temayülün mahsulüdür. Adamlar her şeyi ama her şeyi inkar etmek istiyorlar. İslam’ı hatırlatan hemen her şeye düşman kesilmeleri bundan. Onlar her şeyi yeniden yapmak istiyorlar. Adeta sıfırdan yeni bir insan formu akabinde yeni bir toplum yaratmak istiyorlar. Bu toplumun dili bildiğiniz Türkçe değildir artık. Keza dini de. Bu büyük bir cinayettir. Öyle ki Türk toplumunu dünya sathından silecek bir cinayet. Bilmiyorlar ki yepyeni bir hayat yoktan var edilerek yapılmaz, yapılamaz. Mevcudu inkar etmeden onu işleyerek ve üstüne de yeni şeyler ilave ederek yeni bir hayat tarzı, insan formu inşa edebilirsiniz. Aksi en kötü cinayet senaryosudur.

Yapma bir dille insan yetişmez. Yetişse dahi o daima köksüz ve ufuksuz olacaktır. Çünkü kelimelerin de bir haysiyeti var, onuru var demiştik. Onlar da soy sop sahibidir.Yani dil canlı bir organizma, kültür taşıyıcı bir müessesedir. Bu hakikatleri inkar ederseniz neseb-i gayr-i sahih, piç düşünceler üretirsiniz dil denen müessese ile. Onun için değil midir içinde bulunduğumuz krizler, buhranlar? Gene bir büyüğümüzün sözünü hatırlıyorum: “Mukaddese dayanmayan her düşünce zihni bir istimna.” diyor. Fazla söze hacet var mı bilmiyorum. Bu ölüm uykusundan uyanmak için daha ne zamana kadar İsrafil’in sur’unu bekleyeceğiz?

İslam medeniyetinin bas-ü ba’del mevtine takoz koyanlara veyl ola! Dünya sathında Hz. Ömer (r.anh.) adaletini arzulayanlara rahmola, onlar tez zaman da güç bula.

Mayıs 2002 Mefkure dergisinde yayınlanmıştır.

***
Beynelminel mi beynelmilel mi?

Doğrusu beynelmileldir. Milel, millet kelimesinin çoğulu olup milletler demektir. Beyne, arası, arsında anlamına gelir. Beynelmilel ise milletlerarası/uluslararası demektir.

Bir yanlışı daha düzeltelim. Beynelmilel, evrensel demek değildir. Evrensel kainat yerine uydurulmuş/üretilmiş bir kelimedir. İnsan hakları evrensel beyannamesi olur mu? İnsan hakları beyannamesi olur ama evrensel insan hakları beyannamesi olmaz. Bu ifade kainatın -affedersiniz evrenin- başka gezegenlerinde de bizle aynı kanunlara -gene affedersiniz yasalara- tabi yaratıkların olduğunu düşüncesini zımnen izhar ediyor. Böyle bir şeye şimdilik bilgimiz dışında olduğuna göre ‘insan hakları evrensel beyannamesi’ ifadesindeki ‘evrensel’i atmamız gerekir. Yerine beynelmilel veya uluslararası kelimelerini koymak gerekir.

Uluslararası kelimesi tahmin edileceği gibi yeni kelimelerden biridir. Beynelmilel yerine ihdas edilmiştir. Dil tasfiyecileri beynelmilel yerine pekala milletlerarası diyebilirlerdi. Bilindiği gibi dil devrimi (devrim kelimesi de ilginç(!)tir; kelime Arapça deveran, devran, idare, müdür kelimeleriyle kökteştir.) her ne kadar dilde özleşme iddiasıyla yapıldığı söylnese de esasında yalnız Arapça ve Farsça kelimeleri dilimizden atmak düşüncesiyle yapılmıştı.Bnun sayısz örnekleri vardır.Mesela Arap'ın umumisi atılmış İngiliz'in geneli alınmış. Bu yüzden beynelmilel yerine de bin yıldır kullandığımız Arapça asıllı millet kelimesinden yapılma milletlerarası birleşik kelimesi değil, gene bin yıldır kullanımdan düşmüş veya hiç kullanmadığımız Moğolca asıllı ‘ulus’tan yapılma uluslararası kelimesi konacaktı.

Hasılı dil devrimcilerine eski bir ifadeyle "zihî irfan zihî idrak" deyip geçelim.

Hamiş: Zihî irfan zihî idrak: Bu ne zeka, idrak, ve irfan seviyesidir azizim, bravo (!) demektir.
10/07/2011

***
100 deyince ...

‎"100 deyince içinde 68 de var mı diye sorulmaz." bir öğrenci: niye sorulmaz hocam

Sb: misal, siz muhatabınıza bir şeyler anlatıyorsunuz.. o size bir soru soruyor ki sil baştan yapmak zorunda kalıyorsunuz...

Sb avni özgürel'i tanır mısınız? kendi mi hırsız gibi hissettim. bu söz avni özgürel'indir.

***
En tehlikeli yalan ...
En tehlikeli yalan yarısı doğru olan yalandır. laedri

***
slalom, amorf, müdana
slalom:Kayak sporunda bayraklarla işaretlenmiş birtakım dönemeçlerden oluşan pist üzerinde yapılan bir yarış türü. tdk

engeller arasında zigzag çizmektir...farklı spor dallarında bu terimle karşılaşmak mümkündür. örneğin futbolda, oyuncu rakiplerini çalımlayıp, zigzaglar çizerek topu taşır ve gol atmayı başarırsa, hele bir de şık bir golse tadından yenmez. ekşi sözlük

Kemal Kılıçdaroğlu’yla birlikte yakaladıkları yeni olma ümidini tükettikleri gibi, “eski”ye dönüş de mümkün olmayacaktır...“Yeni”yle “eski” arasında slalom yapan, işine geldiğinde “yeni”, işine geldiğinde “eski” oluveren, kurumsallığını ise “bürokrat ocağı” olmaya borçlu bu tuhaf ve amorf yapı, ne yazık ki yolun sonuna gelmiştir. ahmet kekeç

amorf : Biçimsiz. tdk
müdana : Yaranmaya, iyi görünmeye çalışma. müdana etmemek tdk

****
ha ha haa!...

Pakize Suda, elinde bir mikrofon, sokaktaki genç-yaşlı, kadın-erkek vatandaşlara yaklaşıyor ve:
-Sizce “bilakis” ne anlama geliyor, “bilhassa” ne anlama geliyor, diye soruyordu.
* * *
Genç kadınların çoğu:
-Bilmiyorum, diyorlardı.
* * *
Duvar üstüne oturmuş bir delikanlı, dalga geçiyordu Pakize Suda ile:
-Biri sen, demek; biri ben demek...
* * *
Orta yaşlı erkekler ise gayet emin bir sesle:
-“Bilakis” demek; “mutlaka olacak” demek, “eskiden de olduğu gibi” demek, “benim düşünceme göre” demek diye endazesiz savurtuyorlardı.
* * *
“Bilhassa”nın anlamı da; “hiç sanmıyorum”, “ilerde belki”, “asla olamaz” türünden bir karşılıkla yanıtlanıyordu.

Cumartesi gecesi saat 1.30’da korna krizi sırasında, Pakize Suda’nın tekrarlanan programında benim rastladığım kadarıyla, sadece ufarak gençten bir erkek doğru yanıt verdi “bilakis” ile “bilhassa”nın ne demek olduğuna:
-“Bilakis” demek, “tam tersine” demektir, dedi; “bilhassa”da, “özellikle” demek...
çetin baba (altan)

***

Köylülük - Kentlilik

Kentlilik birikimdir. Bu birikim, şüphesiz nesillerin işidir; jestlere ve mimiklere, oturma ve kalkmalara, yansır; bir günlük, bir yıllık iş değil yüz yıllık iştir.

Başka tanımlar yapacak olursak kentlilik, sorumluluktur; hak arayıştır; hayata tek bir noktainazardan değil farklı noktainazarlardan bakıştır.

Kentlilik kavramının mefhum-u muhalifi köylülüktür. Köylülük kavramını kudema kıyasıya eleştirmiştir. Bunların başında Mevlana gelir ki hadis-i şerif olduğu da söylenen şu sözü söylemiştir: “Köyü mesken tutmak aklı mezara koymaktır.” Aklı mezara koymak ifadesi boğayı boynuzundan yakalayan bir ifade. Bu mesele ancak bu kadar güzel, ağyarını mani efradını cami olarak anlatılabilirdi.

Nerede yaşar bu iki cins zihniyet?

Köylülük köyde, kentlilik kentte yaşamaz. Ama umumiyetle köylülük köyde kentlilik de kentte yaşar. Üniversite profesörü köylülere çok rastlanır bu ülkede. Ayrıca bir yönüyle kentli bir yönüyle köylü olanlarımızın sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur.

08/07/2011

***
kıta avrupası/ kara avrupası
kıta avrupası: izlanda, irlanda ve britanya dışında kalan avrupa, kara avrupası

britanya adalarında yaşayan halkların(özellikle ingilizlerin) avrupalı olmadığını söylemek için kullanılan söylem.ingilizler zaten kendilerini avrupalı kabul etmemekte... ekşi sözlük

***
İlahi Bülent aga sen çok yaşa

MANGALDA KÜL BIRAKMAMAK…

Yeniçeri Ocağı’na asker alınırken, kişinin eşcinsel olup olmadığını anlamak için mangaldaki sönmüş küle yellenmesi istenirmiş. Eğer, kül bir noktadan delinirse sağlam ama mangalda kül kalmayacak şekilde dağılırsa o şahsın uygun kişi olmadığı anlaşılırmış…
“Mangalda kül bırakmamak” deyimi buradan geliyor.
Şimdi, “Eeee, bunu niye anlattın abi?” diyorsunuz. Ya da “Bakalım yazıyı nereye bağlayacak?” diye merak ediyorsunuz…
Yazıyı bir yere bağlamak istemiyorum arkadaşlar…
Saf bilgi sundum size, tepe tepe kullanın!

TÜY DİKMEK NE DEMEKTİR?
Avrupa, tuvaleti bilmezken 18.yüzyıla kadar insanlar lazımlıklara yapar ve pisliklerini pencereden sokağa fırlatırlardı. Geniş şapka ve şemsiye kullanımı bu yüzden yaygınlaştı. Bazıları da sokağa yapar ve üstüne tüy dikip diğer insanların basmaması için uğraşırdı. Hatta bazı rivayetlere göre de sıcakken tüy dikilir, kuruyunca tüyden tutularak toplanırdı… “Tüy dikmek” deyimi buradan geliyor… Yani hem pisliyor hem de tüy dikerek nezaket gösteriyorsunuz.
Bu yazıyı nereye mi bağlayacağım? Hiiç… Hiçbir yere… Bir kenara koyalım şimdilik. Kısmet, bakalım kimin madalyası olacak bu deyim! Bekleyelim hele…


yazan: bülent akyürek http://www.bulentakyurek.org

***
cari açık meselemesi(!) (meselesi)
yazan:Süleyman Yaşar..

Türkiye cari açığın ne olduğunu geç öğrendi ama biraz yanlış öğrendi. Tek bir cari açık var sanılıyor. Evet, cari açık ürettiğinden fazla harcamak anlamına gelir. Eğer devlet, gelirinden çok harcama yaparak bütçe açığını yüksek tutarsa ve memur maaşlarını bile dışarıdan borçlanıp öderse, böyle oluşan cari açık ekonomide her an kriz yaratabilir. Çünkü hem bütçe hem dış denge açık verdiği için devlet bu riski yönetmez. Nitekim Türkiye son iki yüzyılda bu yüzden altı kez mali krize girdi.

Oysa şimdiki cari açık çok farklı. Devlet bütçesi açık vermiyor ve devletin borcu az. Devletin kısa vadeli dış borcu sadece 4.9 milyar dolar. Özel sektörün kısa vadeli borcu ise 70.5 milyar dolar. Türkiye'de cari açığı özel sektör yaratıyor. Bu borcun da bir kısmı bir cepten diğer cebe borç. Yani bazı iş adamları, parasının bir kısmını yurt dışında tutup Türkiye'deki şirketlerine kredi veriyor. Böylece şirketi dışarıya borçlu göründüğü için vergi ödemiyor ve borcunu da paşa paşa ödüyor.

Anlayacağınız, devletten kaynaklanmayan cari açık ve bunun yarattığı dış borç, özel sektörün kendi riskidir ve bunlarda Hazine garantisi yoktur. Özel sektör işini iyi yaparsa, kendi riskini yönetir. Bugüne kadar da yönetti. Bağıranların asıl sorunu cari açık değil. Onların sorunu, eski yüksek faiz düzeninin bitmesi ve kolay para kazanma yollarının kesilmesi.

***
Tasavvuf erbabının problemleri…

Tasavvuf ehlinin ayakları hala yere basmıyor. Alabildiğince gelenekçi olmakla eleştirdiğim müridan bu yazdıklarımı kolay kabul etmeyebilir. Ülkemizin çiğ gerçeklerinden biri olan bu hal, nasıl değiştirilebilir, dönüştürülebilir. İşte bütün mesele.

Müridan, Tanpınar’ın “Değişerek devam etmek, devam ederek gelişmek” sözünü adeta “değişmeden devam etmek, devam ederek geliş(me)mek” şeklinde almış. Değişmeden devam etmek mümkün müdür? Heraklitos’tan beri aynı nehirde iki kez yıkanılmayacağını biliyoruz.

Tasavvuf ehlinin değişime karşı direnci anakronik bir durum arz etmektedir. Bu büyük iddia sahiplerinin yaşadıkları çağdaki nimetlerin hiçbirine katkı vermemiş olmaları bu anakronizmi doğuruyor. Ayrıca tasavvuf ehlinin iddialarının çoğu, içinde yaşanılan medeniyeti üreten zihniyetle çatışan iddialar.

Bendeniz için sorun Ortodoks İslam’ı temsil eden zihniyetin batı medeniyetini üreten zihniyetle çatışması değil. Sorun gelenekçi İslamcıların, insanoğlunun ilmî kazanımlarını bir adım ileriye taşıyacak formasyondan mahrum olmaları. Dahası onlar için asıl dava cennetten mülk satın alma davasıdır. Bu durum karşısında eskiler gibi söylersek sad-hayf demek lazım.

Geçenlerde bir programda tarikat ehli hoca efendi şöyle bir hikaye anlattı. İsterseniz öncelikle projeksiyonumuzu anlatılana değil anlatana çevirelim. Hoca efendinin bana verdiği izlenim şu: Bütün sorulara cevap vermiş hoca, özellikle din mevzularında zerre kadar şüphesi yok, ayrıca başka alanlara dair de zerre kadar tecessüsü yok.

Hocanın anlattığı hikayeye bakar mısınız? Bir Müslüman kardeşimiz hayatında iki defa teheccüde kalkamamış. Rüyasında kendisine cennetten bir köşk gösterilir. Sorar, (sormasa olmaz ya) bu köşk kimin? Senin derler. Köşkün içine girdiğinde duvarlarından ikisinin eksik olduğunu görür. Sebebini sorar. Denilir ki sen iki kez teheccüde kalkamadın. İşte o sebeple sana verilen köşkün duvarlarından ikisi yok.

Bu hikayeyi duyan Müslüman kardeşlerim bundan böyle sanıyorum teheccüde ara vermeden devam ederler. Aksi halde kim, kendine bahşedilecek koca bir köşkün duvarları olmasın ister?!

İşin şakası bir tarafa bu hikayeyi anlatan hoca efendiyi bilmiyorum ama hoca efendinin üstatlarının son model arabalara binmeleri ve köşklerde yaşamaları da işin başka bir acayip tarafı olsa gerek.

Bunu biraz daha açarsak acayiplik şurada: Zihinlerinde inşa edip büyük bir inanç ve iştiyakla telkin ettikleri dünya çağın çok gerisinde bir dünya. Bununla beraber büyük kitlenin tepesindeki üç beş kişi, içinde hiçbir katkıları olmayan dünyanın bütün nimetlerinden son haddine kadar yararlanmakta beis görmüyor.

Müridana sundukları dünya yaşadığımız çağın dışında bir dünya dedik. Meseleleri anlatırken de getirdikleri örnekler yaşanılan çağın dışından. Okuttukları, yetiştirdikleri insanlardan da bilim adamları çıkmıyor. Dergahlarında sadece Kuranî ilimler okutuluyor vesselam. Bu şekilde Kuran’ın anlaşılmayacağından şüphe yok. Çünkü bugün kutsal kitabımızı anlamanın yolu dünyayı anlamaktan geçer.

Çözüm: Öncelikle bu tür gruplarda büyük bir zihniyet devrimine gidilmeli. Tek kanatlı kuş uçmaz hesabınca büyük bilim adamları yetiştirmek arzusuyla enerjilerini büyük oranda bilim adamı yetiştirmeye hasretmeliler. Söz gelimi samimi, bilinçli bir Müslüman kendi üretmediği (yani İslam milleti olarak) bilgisayarı kullanırken arabalara binerken vs. büyük bir vicdan azabı duymalı, duymuyorsa kendini sorgulasın…

Bitirmeden şu fikrimi de paylaşmak isterim. Gerçekten milleti daha da önemlisi insanlık için faydalı işler yapmış insanların bir iç huzura ihtiyaçları olabilir. Tasavvuf ancak bu şekilde yararlılık göstermiş insanların iç huzuru sağlamak, ruhlarını kirden, pastan arındırmak için sığınacakları bir liman olabilir. Dikkat buyurun, Müslüman için bu bir hak ediştir.

4/07/2011

***
İşitin Ey Yarenler Aşk Bir Güneşe Benzer

İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer

Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer

Aşkı var gönlü yanar yumuşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp kah kışa benzer

Ol sultan kapısında hazreti tapısında
Aşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer

Geç Yunus endişeden gerekse bu pişeden
Ere aşk gerek evvel ondan dervişe benzer

***
Kim müstebid? Yazan -Akıncı Beyi-

YAZIYI ALINTILADIĞIM KAYNAK: http://yuzde100osmanli.blogspot.com

Tarihle az çok uğraşanlar çok iyi takdir ederler ki, bu ülkede iki şahıs hakkında gerçekleri söylemek, tasavvurun fevkinde bir derecede güçtür. Bunlar Sultan II.Abdülhamid ve M.Kemal Paşa’dır. Zira her ikisi hakkında yazılmış olanların kahir ekseriyeti yalandır. Bu yalanlar, bunlardan birincisinin aleyhinde, ikincisinin ise lehinde vâkî olmuştur. Sultan II.Abdülhamid hakkında gerçeği söylemek için kanunî bir manî yoksa da, yalanların kesâfeti(yoğunluğu) sebebiyle, fiili gerçeklerin tam manasıyla ortaya konulması imkansıza yakın bir derecede güçtür.(1)

Düşünmemek ve konuşmamak şartıyla fikir özgürlüğünün kapılarının sonuna kadar açıldığı bir dönemin demokrasi dönemi, devletin en başındaki şahsa suikast düzenleyen satılık Ermeni tetikçiye methiye düzen şairlere ses çıkarılmadığı döneme istibdat dönemi deniyorsa, durup düşünmek gerekir.

İNÖNÜ’NÜN POLİTİKALARINI ELEŞTİRMEK

Sürekli soracağız: “Kim müstebid?” Cevabını biz değil, tarihi yaşayanlar verecek. Tanzimat kafasıyla büyümüş Sırrı Bellioğlu’nu dinliyoruz. Tek yaptığı, İnönü politikalarını eleştirmekti:

“-Ben, Cumhuriyet tarihçilerinin müstebid ilan ettiği Sultan Abdülhamid devrinde o büyük Sultan aleyhinde vaki bir talebe nümayişine katılmıştım. Polisler beni yakalayarak o zaman müşir rütbesini haiz olan bir emniyet umum müdürünün huzuruna çıkarmışlardı. Emniyet umum müdürü, bana nâzikâne bir surette:
-''Efendi oğlum, ne istiyorsunuz? Derdiniz nedir?'' deyince dilimin döndüğü kadar istibdattan bahsetmiş ve kafama doldurulmuş olan bütün batıl fikirleri heyecan ve öfkeyle nakletmiştim. O yüksek rütbeli adam hiç kızmayarak:
-''Efendi evladım, bu düşüncelerin hepsi yanlış. Hayata atılınca anlarsın!..Şimdi git, derslerine çalı, mektebini bitir. Vatana, millete faydalı bir adam olmaya çalış!'' diyerek beni serbest bırakmıştı.”

Diyor , bu devri Cumhuriyet ve demokrasi olan İnönü devriyle kıyas ediyor:

“Şimdi ise, bugünkü Reisicumhurumuz İsmet İnönü'nün takip ettiği siyaseti gazete sütunlarında tenkid etmiş olmam dolayısıyla belki de sadece ilk mektep mezunu olan bir kısım polisler tarafından gece yarısı yatağımdan sille tokat alınarak karakola getirildim, sonra da tevkif edilerek hapse tıkıldım. O zaman sadece bir talebeydim, bugün eski bir milletvekili ve eski bir bakanım. Maruz kaldığım şu iki muamele arasındaki azim farkı, muhterem mahkemenin takdirlerine arzediyorum.''

Bellioğlu’nun mahkemede kendini müdâfaa ederken hakim huzurunda söylediği şu sözler, sorumuzu cevaplar mahiyettedir. Kim müstebid?

İnönü’nün politikasını eleştirmek dahi suç addediliyorken Abdülhamid döneminde, yukarıda da ifade ettiğimiz veçhile, Sultan’ı öldürmek için tutulan katile methiyeler düzülüyordu. Cuma selamlığından sonra Sultan’ı öldürme maksadıyla kurduğu bomba düzeneği, Sultan Abdülmhamid’in tabîi durumun dışında biraz geç kalmasından dolayı erken patlayınca, bundan teessür duyan bedbaht şair Tevfik Fikret Ermeni suikastçıyı alkışlayan “Bir lahza-i Teahhur” şiirini yazıyor. Ama o istibdat(!) döneminde kimse bu şairi tevkif etmiyor!

Peki İnönü böyleydi de, Mustafa Kemal Paşa’nın farkı mı vardı? Elbette ki hayır! Bir şahsa müstebid/diktatör demek için, döktüğü kana bakmak lazım. Bugün Hitler ya da Mussolini için diktatör deniliyorsa, milyonların kanını akıtmalarındandır. M.Kemal Paşa da 1925 senesinde ilân edilen takrir-i sükûn ve İstiklâl Mahkemeleri ile -birazdan sayıyı telaffuz edince ağzınızın açık kalacağı- çok can almıştır. Bizzat devri yaşamış İrfan Orga’yı dinliyoruz:

“Bu vesileyle ülkenin huzurunu tehdit eden büyük isyanlar ve karışıklıklar meydana geldi. Nihayet hükûmet sıkıyönetim ilan etti. Ülkenin her yanında fevkalade yetkili mahkemeler (İstiklal Mahkemeleri) kurdu. Bu mahkemeler, isyancıları öncekinden daha çok harekete sevketti. Halkın içinde mukavemet ruhunu körükleyen ve din duygularını ayakta tutan din adamlarından pek çok kimse idam edildi. Kurulan askeri mahkemeler, hiçbir şekilde müsamaha göstermiyor, acıma ve yumuşama nedir bilmiyordu. Mustafa Kemal böylelikle bütün planlarını uyguladı. Bu hususta hiç bir vasıtayı elden bırakmadı. İnkılaplarla alay edenleri bile idam ettirmekten çekinmedi. Böylece bir çok suçlu ve suçsuz kimse cezalandırılmış oldu. Halkın iradesini hiçe sayarak inkılapların yerleşmesi için ağır metodları uygulamaktan geri kalmadı.“(2)

Peki, inkılâplar uğruna kaç şehit verdik dersiniz? Onu da M.Kemal Paşa’nın sağ kolundan dinleyelim:

"İrtica ile boğuşmanın istilayı söküp atmaktan daha lâzım ve zor olduğunu belirtmek isteriz. Onun içindir ki, Kurtuluş savaşındaki(10bin) can kaybının 50 kat fazlasını irtica ile savaşta verildiğini hatırlatmak gerekir. " (3)

Evet, yanlış okumadınız. 500.000 (beş yüz bin) insan, sırf inkılâplara muhalefetten katledildi! Bunu söyleyen Falih Rıfkı’dır. Kim olduğunu da biz yazmayalım. İsteyen, kendi objektiflik çerçevesi içinde araştırabilir.

İnkılâp vetiresi takribî on beş sene sürmüş olsun diyelim. Sultan Abdülhamid ise otuz üç sene devleti yönetti. Peki bu otuz üç senede kaç kişi idam edildi? Kimine göre beş, kimine göre yedi ve en acımasız Abdülhamid düşmanına göre de on bir. Koca otuz üç senede, siyasi hiçbir suçlu idam edilmemiş, bu bir elin parmakları nev’inden idam edilenler ise adi suçlardan hüküm yemişlerdir. Sultan II.Abdülhamid Han idam kararlarını müebbete çevirince, kendisine güvenilmediğini sanan Adliye Nazırı istifa etmek ister ve müstebid denilen Sultan, ona şu cevabı verir:

“Hakimler de insan oldukları için hata yapabilirler. Diğer konularda değil ama idam gibi geri dönülmesi mümkün olmayan ve insan hayatını ilgilendiren bir konuda hata yapılmış olması ihtimali beni korkutuyor. Sonradan pişman olabileceğimiz bir hatadan dolayı vicdan azabı çekmektense idam cezalarını affetmeyi tercih ediyorum.”[/i]

Bir tarafta beş yüz bin insanı dar ağaçlarında sallandıranlar, diğer tarafta idam kararlarından daha sonra vicdan azabı duyabiliriz endişesiyle buna karşı çıkan bir Sultan! Tekrar soruyoruz: “Kim müstebid?”[i](Daha da tuhafı, yukarıda bahsettiğimiz suikastı düzenleyen Ermeni tetikçiyi dahi idam etmeyip, onu hafiyesi yapmıştır. )

Yeri gelmişken, takrir-i sükûn kanunu nedir, ne değildir ona da bakalım. Bizim yazacaklarımızı bazı “yobaz” kafalar baştan reddedeceği için, biz yine Kemalistliği tartışılmaz isimlerden iktibaslar yapacağız. Takrir-i Sükûn Yakup Kadri anlatıyor:

"O güne kadar ve bütün milli mücadele boyunca bu kadar şümullü ve hükümete bu kadar kesin yetkiler veren bir kanun çıkarılmamıştı. Kanun, geçici ve olağanüstü yargı organları olarak gene İstiklal Mahkemelerini getiriyordu. Verdiği yetkilerle de hükümete geniş takdir hakları tanıyordu. Bu kanun, iki tarafı keskin öyle bir kılıçtı ki, hükümet ve rejim onu, ya inkılapları yerleştirmek için olağanüstü bir dayanak olarak kullanacak, yahut bizzat hükümeti sert bir diktatörlüğe sürükleyecekti.. Yeni Türkiye'de çok partili rejimi ve Anayasa'nın ruhuna hakim olan demokrasi havası, artık uzunca bir zaman için ortadan çekilecektir."(4)

Kanun tartışmaları yapılırken, bir ara Kazım Karabekir Paşa gözlerini Cumhurbaşkanlığı locasındaki Kemal Paşa'ya çevirerek: "Memlekette kimseye sesini çıkarmak imkanı bırakmadınız. Söz hürriyeti bir şu kürsüye inhisar etmiş bulunuyordu, yarın buradan konuşmak hakkından da mahrum olacağız" [/i]demişti. Kanun 1925 senesinde evvela iki seneliğine çıkarılır ve daha sonra iki sene daha uzatılır. Beş yüz bin vatandaşın büyük bir kısmı da muhtemelen bu vetirede katledilmiştir.

Yazımızın başında da dediğimiz gibi, Sultan II.Abdülhamid Han hakkında atılmış iftiralar o kadar kesif ki, ne cevaplamaya vakit, ne yazmaya sayfa, ne de okumaya derman kalır. Abdülhamid Han ve Cumhuriyet’in ilk dönemleri arasında yapmış olduğumuz bu kıyasın, demokrasi var diye övündükleri o zamanların durumunu görüp,” müstebid”in ne demek olduğunu tekrar araştırmalarına vesile olmasını temenni ediyoruz.


-Akıncı Beyi-


[i]Kaynaklar:

(1) (1)Kadir Mısıroğlu, Bir Mazlum Padişah Sultan II.Abdülhamid syf. 17

(2) (2)İrfan Orga, Atatürk syf. 265

(3) (3)Falih Rıfkı Atay Eski Saat syf: 330

(4) (4)Karaosmanoğlu, Politikada 45 yıl, s 80

NOT: Zannımca Akıncı Beyi Kadir Mısıroğlu olsa gerek. Özellikle bu yazıda üslup tamamıyle Kadir Mısıroğlu üslubudur. Sb

***
tutmak...
seçim kampanyasındaki ağız dalaşlarına karşı önce Ay tutulmuş, birkaç gün önce de “yemin krizi”nden usanmışçasına, Güneş tutulmuştu. Bendenizin kulağına çalındığına göre, kiracı dostlardan biri, evsahibinin kirayı arttırmasına tutulmuş...
* * *
Bir paparaziye göre de, Hayrıbol teyzenin kızı Tapçın, motosikletli bir gence tutulmuş...
* * *
Flaş bir habere göre ise, gümrük kapılarında 73 kaçakçı tutulmuştu.
* * *
Ay tutulmuştu, Güneş tutulmuştu, kiracı tutulmuştu, Tapçın tutulmuştu, kaçakçılartutulmuştu...
* * *
Ankara’da bir türlü bitmeyen siyasal krizler karşısında da;Kütahya’daki siyanür tehlikesiyle, ekmek parası arasında sıkışıp kalmış olan işçilerin dili tutulmuştu.
* * *
Tutmak, tutulmak, tutuklanmak...
Tüm kapasitesi 90 bin kişilik olan cezaevlerinde yatanların sayısı 110 bindi.
Bunlardan 50 bini mahkûm, 60 bini tutukluydu.
* * *
Yeni cezaevlerinin yapımıyla, cezaevlerinin kapasitesini arttırmak mı daha “rantabl”dı, yoksa genel bir af ilan etmek mi?
* * *
Böyle bir soruyu “akil adamlar”dan birine sorsalar, herhalde:
- Sus, sus, dilini tut biraz, derdi.
* * *
Genç kuşak arasında, dilini tutmak yerine, kafa tutmayı yeğleyenler de gitgide artıyor gibi.
* * *
Bektaşi Babası ise:
- Kafa tutmak yerine, ben kafayı tutmayı severim, diyordu.
* * *
Kimi balık tutmayı seviyordu, kimi işten çıkınca evin yolunu tutmayı, kimi de bir amigo aşkıyla sevdiği takımı tutmayı...
* * *
Ramazan yaklaşıyordu, milyonlarca insan da oruç tutmaya başlayacaktı..

Ahmet Haşim kendisiyle karşılaşanların kendisiyle sanki emekli bir “vilayet kalemi kâtibi” ile karşılaşmışçasına, “havadan sudan” konuşmalarına bozuluyordu... acaba vapur sohbetlerinde ne tür konulardan hoşlanıyor, sadece edebiyattan söz edilmesini mi tutuyordu?

Çocukların “uçtu uçtu” oyunu vardır.
Onun gibi, “tuttu tuttu” oyunu da oynanabilir.
* * *
Tuttu, tuttu, bir tabak kiraz peçeteyi tuttu...
Tutamaz...
Tuttu tuttu, kedi fareyi tuttu...
Tutar...
Tuttu tuttu, bir taksi minarenin şerefesini tuttu...
Tutamaz...
Tuttu tuttu, yemeğin dibi tuttu...
Tutar...
Tuttu tuttu, bir röntgenci dürbünü, karşı pencereye doğru tuttu...
Tutar...
Tuttu tuttu, bir siyasetçi sözünü tuttu...
Tutamaz... çetin altan

NOT: Bu metin okullarda ders olarak rahatlıkla okutulabilir. Bu, Türkçenin lastik gibi değil çok işlenmiş bir dil olduğunu gösterir. Ayrıca Türkçeyi öğrenmenin zorluğunu ... Sb

***
Odysseus ve sirenlerin sesi / Yazan: Nazan Bekiroğlu

Odysseia destanının kahramanı, İthake ülkesinin kralı kurnaz Odysseus, on yıllık Troya savaşının bitiminden sonra bir on yıl daha harcadığı nice tehlikeli maceranın ardından ancak dönebilir evine, yurduna, kendisini yirmi yıl beklemiş olan kraliçesine, sabırlı ve sadık Penelope'ye.

On yıl, Troya ve İthake arasındaki yolu kat etmek için uzun bir süredir. Ama öyle tehlikeler keser yolunu, öyle engeller girer ki araya Odysseus'un sağ salim geri dönebilmiş olmaya bile şükretmesi gerekir handiyse. Bu engellerden birisi de meşhur "siren"lerdir.

Eski dünya, güzeli, tehlike ile iç içe yerleştirmeyi sever.Yarı insan, efsanevi deniz yaratıkları olan sirenler de bunlardan biri. Güzellikleri, işitmeyenin hayal bile edemeyeceği, karşı konulamaz bir çekiciliğe sahip seslerinde. Tehlike de bu güzellikte saklı. Çünkü dalgaların arasında, sarp kayalıkların üzerine oturarak şarkılarını söyleyen sirenlerin büyüleyici seslerine kapılarak dümen kıran gemicileri kayalara çarparak parçalanan gemilerinin enkazı arasında, sirenlerin sadece seyrettiği mutlak bir ölüm beklemektedir. Gemiciler, kederle neşe arasındaki perdeleri okşayarak dağılan bu sese doğru karşı koyamadıkları bir halde koşarlar. Uyuşmuş bir irade ve gözyaşları arasında kendi ölümlerine koştuklarını bile bile. Her denizci şarkı bittiği anda kendi ölümünün başlayacağının farkındadır. Çünkü bu sesi duyup da sağ kalmak mümkün değildir. Öyleyse hiçbir yaşayan, bu sesleri duymuş olduğundan söz edemez.

Fakat Troya savaşının sonunu getiren meşhur tahta at hilesinin sahibi kurnaz Odysseus hem sirenlerin sesini duymak hem de sağ kalmak hususunda ısrarkârdır. Güvencesi ise zekâsıdır. Önce denizcilerinin kulaklarını balmumu ile tıkar meşum kayalıkların yakınından geçmeden daha. Duymazlarsa, sorun yoktur nasılsa. Odysseus olmadıkları için duymalarına gerek de yoktur. Kendisine gelince. O hem duymalı hem sağ kalmalıdır.

Fakat Odysseus'u yitmiş bir irade, kendi ölümüne koşan denetlenemez bir adım olmaktan ne alıkoyacaktır? Sirenlerin sesine karşı konamayacağını herkes bilir. Her zaman için geri dönme gücünü taşıyabileceğini farz etmek ise bu yolculuğun en tekinsiz sarmalıdır. Sadece bir zan. Yasak meyvedir sirenlerin sesi. İşitildiği an ortam ve boyut değişir. Dönen de dönse bile artık aynı değildir. Öyleyse Odysseus'un önlemini henüz iradesi ve bilinci yerindeyken alması gerekir. Kendisini kopmaz halatlarla gemisinin direğine bağlatır. Ve kulakları tıkalı adamlarının idare ettiği gemisinde, ölümcül kayalıkların üzerinde içli şarkılarını söyleyen sirenlerin arasından "kazasız belâsız" geçip gider. Sirenlerin sesini duyup da sağ kalan tek insanoğludur o. Herkes güçlü Odysseus değil ki, hem sirenlerin sesini duysun hem de sağ kalsın.



Böyle bir ses bir efsane kahramanının belleğinden başka hiçbir yerde durmadığına göre hiçbir faninin de onu hatırlaması mümkün değildir..

***
Bülent Akyürek: Taş iddiadır

Selçuklular Anadolu’yu mesken edindiklerinde kalıcı olduklarını göstermek için taş mimariye önem verdiler. Taş iddiadır. Bir yerde kıpırdamadan durmaktır. Uzun yıllar bir yerde tarihe tanıklık etmek dağların ve taşların özelliğidir. Birinci ciltte anlattığım gibi söğüt erkenden büyür ama erken yok olur, oysa çınar geç büyür geç ölür. Osmanlı’nın kuruluş ağacı söğüt, İmparatorluk ağacı çınardır.

Osmanlı İmparatorluğun yükselişinde en sert taşlardan birisi olan mermere gününü gösterip yumuşamıştır. İmparatorluk da rüştünü ispatlayınca kendisini fani ahşabın kollarında buluyor, doğrusu da bu…

Alim, sorusu sorulmamış cevapların toplandığı manyetik bir alandır. Bilim adamını, alimi kışkırtan cevaplar değil sorulardır. Onlar sorularla boğuşmaya gelir dünyaya.

***
"...hicap kabul ederim"

Başlığa çektiğim ifade AYİM Başkanı Abdullah Arslan’ın, “Türkiye de yapılan askeri darbeler sonrası oluşturulan ve Anayasa da yer alan AYİM, darbeleri destekliyor mu?” sorusuna verdiği cevaptan alıntılandı. Cümle şöyle: “Bir hukukçunun darbelere bakışının sorulmasını hicap kabul ederim.”

AYİM Başkanı Abdullah Arslan, her halde “Bir hukukçunun darbelere bakışının sorulmasını“zül” sayarım veya addederim.” demek istedi. Çünkü “hicap, kabul edilmez” duyulur ki hicap “utanma” demektir. Zül, lügatte ayıplanacak şey anlamına gelir. Tdk’dan alıntıladığım şu cümleye bakar mısınız: "Böyle bir kitaptan bahsetmek benim için zül, muharriri için de bir şereftir."-A. H. Çelebi.

Sonuç… Eskiler şöyle der: “Cehlin ol rütbesi sehl olmaz / Tahsilsiz bu rütbe cehl olmaz” yani cehaletin bu kadarı kolay olmaz /öğrenim görmeden bu kadar cahil olunmaz.

2/06/2011

***
Kabotaj Bayram’ı

‘Hep siyaset konuştuğumuzun’ önemli bir örneği de kendi limanlarımız arasında yolcu ve yük taşıma hakkını elde ettiğimiz Kabotaj Bayramı’nın 85. yıldönümüydü ama medyada denizcilik hakkında tek bir mukayese ve yorum yoktu...

***

Türkiye, ‘üç tarafı denizlerle çevrili ve iki önemli boğaza sahip olan’ olan bir ülke... 8 bin 333 km’lik kıyımız var.

Denizcilik Müsteşarlığı’nın 2003-2009 yıllarını kapsayan ihracat, ithalat, kabotaj ve transit değerlendirmesini, Deniz Ticareti İstatistikleri adlı kitapçığından okuyarak durumumuzu mukayeseli bir şekilde görmeye ve anlamaya çalıştım.

Dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 90’ı denizyolu ile gerçekleştiriliyor...Üstelik Türkiye’nin de ithalat ve ihracat taşımalarının yaklaşık yüzde 90’lık bölümü deniz yoluyla yapılmakta...

İşin garip tarafı ise Türkiye’nin dış ticaret taşımalarında deniz yolunun payı yüzde 90 civarında iken Türk bayraklı gemilerin taşımacılığımız içindeki payı yüzde 35’i geçmiyor...

Bunu bilince, Türk denizciliğinin durumunu konuşmayarak ne kadar önemli bir konuyu ıskaladığımız daha da berraklaşıyor...

***

Deniz ticaretinden dünyada yılda yaklaşık 400 milyar dolar gelir elde edilmekte, neredeyse bizim bir yıllık gelirimizin yarısı...

Denizci bir ülke olması gereken Türkiye ise bu pastadan çok küçük bir dilimi ancak alabiliyor...

Dünyadaki ve Türkiye’deki genel taşımacılık rakamları mukayese edildiğinde, Türkiye yük payından sadece yüzde 1 oranında pay alırken, Yunanistan pastanın yüzde 17’sini almakta...

***

Dünyada ve Türkiye’de denizcilik sektörünün büyüklüğü nedir?

Uluslararası ticarette rakipsiz olan ilk üçte yer alan ülkeler Japonya, Yunanistan ve Almanya...

Türkiye ise 16. sırada.

Neyse ki dünya deniz ticaret filosu 1998-2009 yılları arasında yüzde 35’lik bir büyüme yaşarken, Türk deniz ticaret filosu yüzde 43’lük büyüme yaşadı.

***

Dün kendi limanlarımız arasında yolcu ve yük taşıma hakkını elde ettiğimiz Kabotaj Bayram’ının 85. yıldönümüydü...

Geçtiğimiz yıla oranla bir basamak yükselerek dünya deniz ticaret filosunda 16. sıraya oturan Türkiye’nin neden hala Yunanistan’ın 14 basamak gerisinde olduğunu hiçbir şekilde konuşmadık...

Siyasal kriz ile çok daha fazla ilgilendik.

MEHMET ALTAN

Hiç yorum yok:

İşte benim idarecilik maceram!..

İşte benim idarecilik maceram!.. Hani şair benim bir de İstanbul maceram var, der ya işte o hesap benim de idarecilik maceram var. Şairin ma...