Bir anekdot münasebetiyle Osmanlıya bakış denemesi
Suyu Arayan Adam adlı eseri Şevket Süreyya Aydemir’in otobiyografik bir romanıdır. Şevket Süreyya daha çocuk denecek bir yaşta orduya alınır. Lise mezunu olduğu için ihtiyat zabiti olarak (yedek subay/asteğmen) göreve başlar. Doğu cephesine atanır. Maiyetinde 35-40 asker vardır. Bir gün bunları başına toplar ve sorar: Rabbin kim, dinin ne, peygamberinin adı ne, vs. Bu basit sorulara dahi cevap verilememiştir.
Tabii o zamana kadar zihnimde inşa edilen Osmanlı şatosu derin bir sarsıntı geçirdi. Yıkıldı mı? Belki yıkılmadı ama bir şatodan da bahsedilemez artık.
Yaygın yanlışlardan biri de tarihe bugünün gerçeklerinden bakarak onu mahkum etmektir. O günkü dünyada ülkeler saltanatla idare olunurdu, bu yüzden salt yönetici kesim eğitilirdi. Osmanlı özelinden bakacak olursak yalnız hanedan ve ilmiye sınıfı eğitilmiş. Gerisi reaya olarak çiftini çubuğunu sürmüş ve üremiş yüzlerce yıl. Başka ne yapmış? Savaş çıktığında savaşlarda ölmüş. Tarihe şöyle bir baktığımızda “bizim millet en iyi ölmesini becermiş" diyeceği geliyor insanın.
Aslında ilginç olan, teokratik bir devlet sayabileceğimiz Osmanlı’nın Müslüman unsura doğru dürüst bir din eğitimi dahi vermediği veya veremediğidir. Daha ilginç olanı her fırsatta çoğu zaman da haklı olarak eleştirdiğimiz laik cumhuriyetimiz kadar bile din eğitimi vermede başarılı olamadığıdır Osmanlı’nın.
Tarihe bugünün gerçeklerinden bakmanın sakıncalarını kabul etmekle beraber şu eleştirilerimi de serdetmekten kendimi alamıyorum: Osmanlı kendini ebed-müddet olarak tavsif ve tarif etti, dahası ilahi hak ve hakikatlere de mazhar olmak iddiasındaydı. Gerçi bu bir iddia değil, inançtı. İşte kendine bu aşırı güveni ve kesin inançlığı yüzünden Osmanlı, İslam’ın ‘basü badel mevt’ini gerçekleştirememiştir.
Bu bakış açısı belki de şeytanın gör dediği yer. İnancımızda şeytan daima mel’undur, ama olmazsa olmazlardan da biridir. İşte bu inanç büyük oranda eleştirinin önünü tıkamıştır. Eleştirinin olmadığı bir yerde gelişmenin olmayacağı, inhitat ve inkıraz sürecine girileceği mukadderdir. Osmanlının başına gelen biraz da zamanın da şeytanın avukatlığını yapacak birilerinin ortaya çıkmamasıdır. Takdir edersiniz ki eğitimsiz toplumlarda şeytanın avukatlığını yapacak birilerinin ortaya çıkması oldukça zordur hatta imkansız diyelim.
1/07/2011
Muatap mı muhatap mı?
Kıymet verdiğim, yazılarını beğenerek okuduğum profesörlerden biri Eser KARAKAŞ.
1 Temmuz 2011 Cuma günü kaleme aldığı “AYİM Başkanı’nın ilginç açıklamaları” başlıklı yazısında, “AYİM Başkanı darbelere ilişkin sorulara muatab olmaktan hicab duyduğunu belirtmiş.” cümlesine yer vermiş. Bu seviyede bir yazarın kendine göre bir imlası olabileceğini söylenebilir, fakat bahse konu edeceğim husus basit bir imla meselesi değil.
Cümlede muatab kelimesi geçiyor. Kelimenin doğrusu muhatap olacak. Muhatap kelimesi; h, t,b asli seslerine sahip hitap, hatip kelimeleriyle kökteş. Bir profesörün bunu bilmemesi inanılır gibi değil. Gözünden kaçtıysa bu da hoş değil.
Bir memleketin ilim adamları için dil, ihtimam gösterilmesi gereken en kutsal alan olmalı. Hem bu memlekette birçok kalem erbabının üslupta ceddi Cemil MERİÇ’tir. Üstadın “kırk derecelik ateşte yansam dahi dil yanlışı yapmam” diyecek kadar dile sevgisi, hürmeti vardır. Şimdi onun ahfadı ne hallerde…
1/07/2011
YEDİ GÜNAH
1. İlkesiz siyaset,
2. Emeksiz zenginlik,
3. Vicdansız haz,
4. Kişiliksiz bilgi,
5. Ahlaksız ticaret,
6. İnsaniyetsiz (irfansız) ilim,
7. Özverisiz ibadet... "GANDİ"
2. Emeksiz zenginlik,
3. Vicdansız haz,
4. Kişiliksiz bilgi,
5. Ahlaksız ticaret,
6. İnsaniyetsiz (irfansız) ilim,
7. Özverisiz ibadet... "GANDİ"
***
'İnsan bir gemi, fikri yelkeni, aklı dümeni, kullan gemini, göreyim seni...'Prof. Dr. Salih Murat Uzdelik
***
BÜLENT AKYÜREK: ÖZÜR DİLEMEK SÜREÇTİR...
Birçok dilde özür dilemenin karşılığı olmadığını biliyordum ama geçen gün Hakan Albayrak Çerkez dilinde de olmadığını söyleyince bu yazıyı yazmak şart oldu.
“Ant içmek, özür dilemek, teşekkür etmek” laik kelimelerdir.
Ant içersiniz ve bu aslında bir kitap üzerine yemin değildir. Teşekkür edersiniz ama karşı tarafın ceddine dua etmezsiniz… Özür de aslında helallik istemektir…
Daha önce de söylemiştim: “Umarım” laik dilde “İnşallah”ın karşılığıdır ama inşallah demek değildir!
Kelimelerin kökü gönlümüzdedir. Kendi inancımıza göre ağzımızdan çıkar ve dilimizle kimlik bulurlar.
Örnekleri çoğaltalım isterseniz: “Eğer bir aksilik çıkmazsa” cümlesi Müslüman’ın ağzından şöyle çıkar: Allah’ın izniyle…
...
Gençler için söylüyorum şimdi: Kardeşlerim, otuz kişinin içinde aşağıladığınız adamdan gece yarısı gidip bire bir özür dilemeyin… Hakareti kalabalıkta yaptıysanız daha kalabalık bir ortamda özür dileyip helallik isteyin… Bu çok önemli… Kişisel günahlarınızı ortalığa saçmayın, onu yalnız yaptığınız için tövbe edin…
***
Eser Karakaş:'Fransa’da da sorular çalındı' yazısından
“Olgunluk sınavı” dendiğinde de aklımıza ister istemez Fransızların ünlü, başlangıcı iki asır önceye dayanan ünlü bakalorya sınav sistemi geldi.
Fransa’da liseyi bitiren öğrenciler şayet yükseköğretime devam etmek istiyorlar ise bu bakalorya sınavında mutlaka başarılı olmak zorundalar.
Fransa’da Bakalorya sınavları her sene haziran ayında yapılıyor.
Bu seneki 2011 Bakalorya sınavına yaklaşık altı yüz elli bin öğrenci katıldı.
Her öğrenci birden çok sınava katıldığı için ortada okunması gereken yine yaklaşık dört milyon dolayında sınav kağıdı söz konusu.
Ve üstelik bu sınavlar test sınavı değil, çok ciddi yazılı kağıtları.
Bu kağıtları da okumak, değerlendirmekle görevli yaklaşık yüz kırk bin öğretmen söz konusu.
Söylemeye gerek yok, sınavlar merkezi olarak hazırlanıyor, kağıtlar yine merkezde toplanıyor ve isim köşeleri kapalı kağıtlar değerlendiriliyor.
Her öğretmen yaklaşık otuz kağıdı çok dikkatli, adeta test sonucu gibi objektif değerlendirmeye tabi tutuyor.
Bakalorya sınav sisteminin maliyetinin iki yüz milyon avroyu geçtiği biliniyor.
MERAK EDENLER DEVAMINI STAR GAZETESİNDEN OKUSUNLAR
***
oksimoron
Birbiriyle çelişen ya da zıt iki kavramı, anlamı kuvvetlendirmek için bir arada kullanmaktır. Zıt kelimelerle yapılan sıfat tamlamalarıdır. Cümle bazında olursa paradoks adını alır. Tezat söz sanatı da denir.
Örnekler
Örnekler
- Sessizliğin sesi
- Gerçek yalan
- Korkunç güzel
- Sessizce haykırmak
Kelimeyle Yağmur Atsız'ın aşağıdaki yazısında karşılaştım.
Masamda bir süredir okunma sırasını “sabırla” bekleyen ikinci kitab Sevan Nişanyan’ın o çok sevdiğim nüktedan, hınzır ve hinoğluhin kaleminden çıkan“Şirince Meydan Muhârebelerinin Mufassal Târihçesi” (Everest Yayınları) adlı karamizah şâheseri.
Bilmeyenler için:
Sevan Nişanyan bundan birkaç yıl önce İzmir’in Şirince Köyü’nde turistik faaliyetde bulunmaya karar vererek bâzı tesisler kurmayı planlar. Kitab gerek Türk bürokrasisinin akıl almaz beceriksizlikleri ve gerekse bir “Ermeni”ye karşı beslenen tiksinti verici önyargılar yüzünden, üstelik ülkeye çuval dolusu döviz de kazandırabilecek olan bu projenin nasıl engellendiğini ve hâlâ da aynı inadla nasıl bu yolda ısrâr edildiğini anlatıyor. Okurken dudaklarınızda beliren acı tebessüm ise zaman zaman bir “zehr-hande”ye inkılâb ediyor.
Sâdece başlıkda kullanlan “mufassal târihçe” ifâdesi bile bir oksimoron olarak Nişanyan’ın usta ve kıvrak kalemi hakkında fikir veriyor ama hikâyeyi bitirdikden sonra kendi kendinize sormakdam da imtinâ edemiyorsunuz:
Acabâ Türkiye zâten başlıbaşına bir oksimoron değil mi?
Bu arada eğer oksimoron kelimesinin ne mânâya geldiğini bilmiyorsanız Büyük Türk Mütefekkiri Yağmur Atsız’ın eski yazılarını tarayabilirsiniz. Onlardan birinde nasıl olsa îzâh etmişdir. Bilgiçlik taslamasa çatlar çünki, bilirim.
***
ÇIKTIM ERİK DALINA
Çıktım erik dalına /Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp /Der ne yersin kozumu
**
Uğruluk yaptı bana /Bühtan eyledim ona
**
Uğruluk yaptı bana /Bühtan eyledim ona
Çerçi de geldi aydır /Hani aldın gözgünü
**
Kerpiç koydum kazana /Poyraz ile kaynattım
Kerpiç koydum kazana /Poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana /Bandım verdim özünü
**
İplik verdim cullaha /Sarıp yumak etmemiş
Becid becid ısmarlar /Gelsin alsın bezini
**
Bir serçenin kanadın /Kırk katıra yüklettim
Çift dahi çekemedi /Şöyle kaldı kazını
***
Bir sinek bir kartalı /Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir /Ben de gördüm tozunu
Bir küt ile güreştim /Elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım /Gövündürdü özümü
Kafdağı'ndan bir taşı /Şöyle attılar bana
Öylelik yola düştü /Bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış /Zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş /Baka şunun sözünü
Gözsüze fısıldadım (el eyledim) /Sağır sözüm işitmiş
Dilsiz çağırıp söyler /Dilimdeki sözümü
***
Bir öküz boğazladım /Kakladım sere kodum
Öküz ıssı geldi der /Boğazladım kazımı
***
Bundan da kurtulmadım /Nideyim bilemedim
Bir çerçi de geldi der /Kanı aldın gözgümü
***
Tosbağaya sataştım /Gözsüz sepek yoldaşı
Sordum sefer nereye /Kayseri'ye âzimi
***
Yunus bir söz söylemiş /Hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden /Örter mâ'na yüzünü
**
İplik verdim cullaha /Sarıp yumak etmemiş
Becid becid ısmarlar /Gelsin alsın bezini
**
Bir serçenin kanadın /Kırk katıra yüklettim
Çift dahi çekemedi /Şöyle kaldı kazını
***
Bir sinek bir kartalı /Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir /Ben de gördüm tozunu
Bir küt ile güreştim /Elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım /Gövündürdü özümü
Kafdağı'ndan bir taşı /Şöyle attılar bana
Öylelik yola düştü /Bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış /Zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş /Baka şunun sözünü
Gözsüze fısıldadım (el eyledim) /Sağır sözüm işitmiş
Dilsiz çağırıp söyler /Dilimdeki sözümü
***
Bir öküz boğazladım /Kakladım sere kodum
Öküz ıssı geldi der /Boğazladım kazımı
***
Bundan da kurtulmadım /Nideyim bilemedim
Bir çerçi de geldi der /Kanı aldın gözgümü
***
Tosbağaya sataştım /Gözsüz sepek yoldaşı
Sordum sefer nereye /Kayseri'ye âzimi
***
Yunus bir söz söylemiş /Hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden /Örter mâ'na yüzünü
***
Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü.
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu.
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu.
Merhum erik ve üzüm ve ceviz ile şeriat ve tarikat ve hakikate işaret ederler.
***
Zira eriğin taşrası yenir içi yenmez. Erik gibi olan meyvelerin cümlesi amelin zahirine işarettir.
***
***
Zira eriğin taşrası yenir içi yenmez. Erik gibi olan meyvelerin cümlesi amelin zahirine işarettir.
***
Ve üzüm gibilerin cümlesi amelin batınına işarettir. Ve lakin içinde bir miktar riya ve tezkiye çekirdeği olmakla amel-i batına denir hakikate denilmez.
***
Ve ceviz sırf hakikate misaldir ki; içinde asla yabana atacak bir şey yoktur. Hem yenir ve hem nice marazlara ve illetlere şifa hâsıl olur.
***
Bostan ıssından murat Mürşid-i Kâmildir. “Niçin kozumu yersin?”diye çekişip, kakıdığı tembihtir ki; “Niçin olmaz yere riyazet ve olanları mücahade eder yorulursun? Üç ilmi bir amel ile ele geçireyim mi sanırsın? Her birinin başka ameli ve muallimi ve mürşidi vardır.”der.
***
İmdi azizin bu beyitten muradı, Mürşitsiz “ben tarikata ve hakikate kendi bildiğim ile amel etmekle vasıl olurum.”diye çalışanların ahvalini temsil tariki ile beyandır
***
Yunus Emre (Allah sırrını takdis etsin) bu hâli kendisine nispet etti. Caizdir ki kendi böyle bir zaman Mürşitsiz çalışıp bir şey hâsıl edemeyip sonra mürşide varmış ola. Ve dahi caizdir ki; kendisinden muradı gayrilere tariz ve tembih ola.
Niyazi Mısri Hazretleri
***
ilâhî âleme dalarak aşkı tanımaya çalıştım; allah dünya ile olan ilgimin hesabını sordu. -- ibrahim hâs (ekşi sözlük)
***
şeriat noktasında iken tarikatı elde etmeye yeltendim; mürşid-i kâmil gelip, hakikatlerimi çalamazsın, dedi. -- niyazî-i mısrî (ekşi sözlük)
***
Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım.
Nedir deyip sorana, bandım verdim özünü.
Nedir deyip sorana, bandım verdim özünü.
Yunus’un bu beyitten muradı, kendiliğinden riyazet edenlerin riyazetinin hâsılını temsil tariki ile beyandır… Zira bu kimse kendi her ne yerse isteyene de ondan verir.
***
İmdi, poyraz, yemeği pişirmek değil, belki dondurur. Faraza pişirir olduğu takdirde çamur yenmeğe yaramadığı gibi, perhizden gıda-i ruh hasıl olamaz.
***
Poyraz ile dediği Hazreti Muhammed’in (S.A.V) mayası ve Mürşidin telkini olmadığına işarettir.
***
İmdi mürşidin nefesi ateşinden telkin çakmağı ile talibin kalb-i kavına bir kıvılcım yetişmezse yahut büyüklerin nazar-ı billurunatalip kendini teslim-i tam ile mukabil gelmezse emeği hebadır. Her ne kadar çalışsa da boştur. Ol ateşi bulup ciğerini pişiremez. Nitekim yönünü ocağa dönmeyen her ne kadar üfürse ocağı yakamaz ve yemek pişiremez. Lazım gelir ki çamur yiye.
***
Azizin bu beyitten muradı, talibi indî mücahadeden men ve bunun emsali kimselerle yaklaşmaktan önlemektir.
Niyazi Mısri Hazretleri
Niyazi Mısri Hazretleri
***
İplik verdim çulhaya, sarıp yumak etmemiş.
Becit becit ısmarlar, gelsin alsın bezini
Bu beyit olgunlaşmamış Mürşid ahvalini beyan eder.
İmdi Hakk’ı isteyene olgun mürşit lazım olduğunu bildirdikten sonra, her mürşide gönül vermeyip bir üstadı akıl ve mürşid-i kâmil bulmaya çalışmak lazım olduğunu beyan buyururlar. Yani perişan kalbimi bir mürşide teslim ettim. Kalp selametini bulmak için henüz dertlerimin birine derman ve ilaç bulmadan bana “hilafet makamına erdin, işin tamam oldu” der. Bildim ki nakıstır. (noksan, kamil değil) Zira iplik tefrika-i ulâya işarettir. Yumak cem’e işarettir. Bez olmak fark bad-el cem’e işarettir ki kemal bundadır.
Dert bilinmeyince derman bulunmaz. Evvelâ talip bilmek gerekir ki mürşide varmaktan maksad kendi vücudunda bil kuvve her ne ise fiile gelmesine çalışmaktır. Meselâ bir çekirdek kendisini bir bahçıvana teslim eder, hâl bir dille der ki “ey bahçıvan lütfeyle, bana bir hoş terbiye eyle, benim derunuma konulan bil kuvve kemalatım taşra gele, birim bin ola ve sen dahi kemal ile yâd olasın”
İmdi bahçıvanın iyisi terbiyesinden bellidir.
Ama azizin iplik verdim çulhaya diye temsili gayet lâtiftir. Zira her ne kadar insani olgunlukta tavırlar ve menziller çoksa da, usulü üçtür. Biri fark, biri cem’, biricem-ül cem ki ona şeyhler fark bad-el cem derler. Pes imdi iplik farka işarettir. Yumak cem’e işarettir. Asıl maksut iplik, yumak olmak değil ahadühüma ile gayrisinden mahcup olmamaktır.
İmdi benim kalbimin perişanlığı dururken ve işimden dahi bir iş bitirmeden "sen kâmil oldun” diye beni laf ü güzaf ile halife edip kendi gibi şöhret ıssı edeyim der.
Becit becit ısmarlar diye gelip sigasıyla beyan ettiği mürşidin beyanıyla talibin maksudu arası uzak olup, talibin maksudu mürşide malum olmadığına işarettir. Zira talip yumak olmadığını bildi, mürşid talibin bildiğini bilmedi ve yahut caiz ki bir vasıta ile teklif etmiş ola, göreyim aldanır mı diye.
Bu fakir biçare Mısrî’den Yunus Hazretlerinin bu dokuz beytini şerh ve beyan etmeyi, bazı ihvan iltimas etmekle yazılıp sekiz ay miktarı evrak arasında şöyle perişan kalmıştı. Sebep ol idi ki acaba Azizin muradı üzere oldu mu veya olmadı mı?
Bir gece rüyada Yunus Hazretlerini gördüm. Bu fakire azim beşaret ile iltifat gösterip buyurdular ki; “benim ol sözlerime yazdığın şerhi çıkar fukara menfaatlensin” dedi. Ve “iplik verdim çulhaya beytine yazdığın sözü yazma, işte şu mânâyı yaz” diye bu yazılan mânâyı beyan buyurdular. Bu beyte başka mânâ yazılmış idi, ondan fariğ olup bu mânâ yazıldı.
İmdi bahçıvanın iyisi terbiyesinden bellidir.
Ama azizin iplik verdim çulhaya diye temsili gayet lâtiftir. Zira her ne kadar insani olgunlukta tavırlar ve menziller çoksa da, usulü üçtür. Biri fark, biri cem’, biricem-ül cem ki ona şeyhler fark bad-el cem derler. Pes imdi iplik farka işarettir. Yumak cem’e işarettir. Asıl maksut iplik, yumak olmak değil ahadühüma ile gayrisinden mahcup olmamaktır.
İmdi benim kalbimin perişanlığı dururken ve işimden dahi bir iş bitirmeden "sen kâmil oldun” diye beni laf ü güzaf ile halife edip kendi gibi şöhret ıssı edeyim der.
Becit becit ısmarlar diye gelip sigasıyla beyan ettiği mürşidin beyanıyla talibin maksudu arası uzak olup, talibin maksudu mürşide malum olmadığına işarettir. Zira talip yumak olmadığını bildi, mürşid talibin bildiğini bilmedi ve yahut caiz ki bir vasıta ile teklif etmiş ola, göreyim aldanır mı diye.
Bu fakir biçare Mısrî’den Yunus Hazretlerinin bu dokuz beytini şerh ve beyan etmeyi, bazı ihvan iltimas etmekle yazılıp sekiz ay miktarı evrak arasında şöyle perişan kalmıştı. Sebep ol idi ki acaba Azizin muradı üzere oldu mu veya olmadı mı?
Bir gece rüyada Yunus Hazretlerini gördüm. Bu fakire azim beşaret ile iltifat gösterip buyurdular ki; “benim ol sözlerime yazdığın şerhi çıkar fukara menfaatlensin” dedi. Ve “iplik verdim çulhaya beytine yazdığın sözü yazma, işte şu mânâyı yaz” diye bu yazılan mânâyı beyan buyurdular. Bu beyte başka mânâ yazılmış idi, ondan fariğ olup bu mânâ yazıldı.
***
Bir serçenin kanadını, kırk kağnıya yüklettim.
Çifti dahi çekemedi, şöyle kaldı kazını…
Bu beyit tarikat ilminin şerefi ve lüzumunu ve süluk ehlini süluke teşvik beyanındadır. Ve dahi zahirin tashihten batıni tarafına ihtimam ziyade olması lazım idiğün beyan eder. Zira amelin zahiri kolay, batını ziyade güç olduğun bildirir.
İmdi kağnı ile yürümek zahir ameline misaldir. İmdi batın ehlinin ameli, dışı gören zahir ehline ziyade ağır gelir. Zira riyalı amel kolaydır. Ve dahi her ne kadar çok olsa bahası azdır, saman gibi. Ama hulûs ile olan amel güçtür ve ağırdır. Lâkin her ne kadar az olursa da pahası ziyadedir, altın gibi (Fikrü saatin hayrün minibadeti senetin ve cezp etün min cezbetirrahmani tüvazi amelessakaleyn)'dir. Ve dahi bunlarda terk var, kağnı ile gitmek gibi değildir, zira tarikat evvelin evveli ameli terk-i dünyadır. Terk melekût âlemine doğru uçmaya kanattır; murad yakin ile ibadettir.
“ve ecrün tatirü bigayri rişin ilâ melekûti Rabbil alemiyna”
Yani ehlullahın kanatları vardır, tüyü yoktur. Zira nurdandır. Melekût âlemine doğru uçarlar. Ol kanat bunlarda terkleri sebebiyledir. Ve Şeyhlerinin telkinleri ile ve Muhammed mayası ile ve usul-i esmaya müdavemet ile ve ağır perhizler ile biter. Hâsıl-ı kelâm demek olur ki tarikat ehlinin ednasını, hulusunu ve sıdkını ve yakinini ve hüsn-ü itikatını kırk Abidin gönlü çekemez. Zira bunlarda terk vardır; (hubb-ud-dünya re’sü külli hatietin ve terk-üd-dünya re’sü küllü ibadetin)dir.
İmdi bir kimse nohut kadar cevheri kırk kağnıya yüklettim çekemedi demiş olsa murad onun kıymetidir ki haddizatında yüz altın eder. Bu surette bir cevheri kırk elli kağnıya yükletmek kabildir.
Bu temsil ehl-i hâlin edna mertebesinde olanlarına göredir. Zira serçe kuşların zayıftır. Uzak sefer edemez. Yüksek mertebede doğanlar şahinler gibidirler. Onların birinin ameli ve yakini ve zevki yüz bin Abidin amellerinden, yakinlerinden ve zevklerinden ziyadedir. Onların kanadını değil belki yer, gök; arş kürsi çekemez.
kaynak:reddulmuhtar.com
***
2011 LYS -3 Analizi
Bu yıl ki LYS-3’e ilk bakışta ilginç bir sonuçla karşılaşıyoruz. Sanki soru hazırlayan komisyon, öğretmenleri ve öğrencileri fakültelerin eski ve yeni Türk edebiyatı kürsülerinde prof unvanlı öğretim üyeleri zannediyor. Soru hazırlayan komisyon üyelerinin ideolojik olarak odlukça baskın bir tavır sergilediklerini söyleyebiliriz ve bir de test sisteminin yalnız sahte başarılar sağlayabileceğini…
***
Şimdi bazı sorulara bakarak bu yargılarımızı pekiştirelim:
8. soruda ilgi ekini sormuşlar ilgi zamirini kast ederek. Ama bu kastı anlamak mümkün değildir. Küçük bir araştırmada bütün kaynakların ‘ilgi eki’ deyince ilgi hali ekinden bahsettiklerini gördüm. Soruda sıkıntı şöyle: ‘İnsanı etkileyen birçok şiirin gizleri, dünyanın her yerinde dilin ses, biçim, söz dizimi yönünden ustaca kullanılmasında aranmalıdır.’ cümlesiyle ilgili yanlış cevap olarak D şıkkında ‘ilgi eki almış sözcük kullanılmıştır.’ ifadesi verilmiştir. Altı çizili ekler ilgi ekidir. İlgi ekinden direkt ilgi zamiri anlaşılmayacağına göre soru herkes için doğru kabul edilmelidir. On binlerce genci sınav esnasında ‘ilgi hali eki mi, ilgi zamiri mi soruluyor’ şeklinde yok yere yordukları anlaşılıyor. Böylece kurumun ciddiyeti biraz daha aşınmış oluyor. Bunun hesabının da ayrıca sorulması gerekir.
***
Soru 48’de aşağıdaki şairleri ve verilen eserlerini bilmeniz gerekiyor:
Faruk Nafiz Çamlıbel – Gönülden Gönüle, Halit Fahri Ozansoy – Cenk Duyguları, Yusuf Ziya Ortaç – Akından Akına, Enis Behiç Koryürek – Güneşin Ölüm, Oktay Rifat- Çobanıl Şiirler ve Orhan Seyfi Orhon eserleri arasında Çobanıl Şiirler olmadığını bilmeniz gerekiyor.
***
50. soru: Soruda Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı, Attila İlhan’ın Kurtlar Sofrası, Tarık Buğra’nın Siyah Kehribarla adlı eserleri verilmiş. Bu isimler LYS’de sorulduğuna göre bu eserler lise müfredatında yer almalıydı.
***
Soru 51: Soru her ne kadar kolay olsa da şu yazarları az çok okumuş olmanız lazım: Nabizade Nâzım (soruda Zehra’sı veriliyor), Ebubekir Hâzım (soruda Tepeyran’ın Küçük Paşa’sı veriliyor), Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam; Samim Kocagöz (soruda Bir Çift Öküz’ü veriliyor), Kemal Bilbaşar (soruda Cemo ile Memo’su veriliyor), Kemal Tahir (soruda Kör Duman’ı veriliyor).
***
52. soruyu doğru cevaplayabilmek için okumanız/seyretmeniz gereken eserler/oyunlar var. Haldun Taner’e ait tiyatro eserleri: Fazilet Eczanesi, Keşanlı Ali Destanı, Eşeğin Gölgesi, Zilli Zarif. Bir de Aziz Nesin’in Toros Canavarı.Bunlardan yalnız Keşanlı Ali Destanı müfredatta yer almaktadır.
***
Bu soruyla ilgili bir parantez açarak şunu belirtelim. Doğru cevabın bulunabilmesi için müfredatta ismen dahi yer almayan ama mutlaka bilinmesi gereken bir eser olarak Aziz Nesin’in “Toros Canavarı” adlı eseri sorulmuş. Aslında soruların ideolojik arka planına bakmayı düşünmüyordum ama bu sorular beni buna icbar ediyor. Ayrıca sürekli yapıt ve yazın/sal kelimelerinin kullanılmasına, ‘metnin dilsel yoğrumudur söylem’ cümlesindeki kelimelere, affedersiniz sözcüklere bakarsanız ideolojik arka plana dair oldukça mühim bir ipucu yakalarsınız.
***
Türkiye’de her konuda ve kurumda iktidar el değiştiriyor ama anlaşılan bu değişim kabukta kalıyor. ÖSYM’de yalnız başkan değişmişe benziyor. Özellikle soru hazırlayan komisyon eski zihniyetin değirmenine su taşımaya devam ediyor. Çünkü bu sorular Milli Eğitim müfredatıyla topyekun dalga geçmek için hazırlanmışa benziyor…
53. soruda bilmeniz daha doğrusu okumanız gerekenler eserler: Necati Cumalı: Tütün Zamanı, Yağmurlar ve Topraklar, Acı Tütün; Yaşar Kemal:Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır; Behçet Necatigil: Bile/Yazdı, Evler ve Eski Toprak; Cahit Külebi: Adamın Biri, Türk Mavisi, Sıkıntı ve Umut, ayrıca Orhan Kemal’in eserlerini…
***
54. soruda şu yazarları az çok okumuş olmanız lazım: Vüs’at O.Bener, verilen eseri Dost; Rasim Özdenören; Ferit Edgü, soruda verilen eseri Çığlık;Füruzan, soruda verilen eseri Parasız Yatılı; Nezihe Meriç; Pınar Kür, eseri Bir Deli Ağaç…
***
Bahsi geçen yazarların, ne lise müfredatlarında ne de üniversite müfredatlarında yer almadığını belirtmek isterim. Bu yazarları ve eserlerini okumak istediğiniz de kolayca okuyamazsınız. Çünkü bunlar kütüphanelerin büyük çoğunda bulunamayacağı gibi yeni baskılarının da olmadığını söyleyebilirim. Yeri gelmişken, başbakan elektronik kitap vaat etti, bütün bu kitapları elektronik kitaba yükleyip göndersinler bu sorun da çözülmüş olur.
***
ÖSYM ve MEB yetkilileri bir araya gelerek çok ciddi kitap listesi hazırlayabilirler. Listedeki kitaplar her okula çok sayıda gönderilir, okullarımızda haftada iki saat bu kitapları okuma saati konulur bu kitaplar okutulursa, işte o zaman eğitim adına gerçekten güzel, hayırlı bir işe imza atmış oluruz.
***
Son tahlilde sorular test sisteminin derhal terk edilmesi gerektiğini söylüyor bize. Çünkü bu eserler önemli, okunması gereken eserler. Zaten bu sebeple soruldu. Sorulara doğru cevap verenlere bakılsın, kaçı okumuştur bu eserleri? Ben söyleyeyim hiçbiri. Soruları doğru cevaplayanlar büyük ihtimalle yalnız özetlerinden okudular. Şu bilinsin ki bir edebi eseri özetlerinden okumak okumamak anlamına gelir. Kısaca sistem nesillere esaslı şeyler kazandırmıyor onları yalnız oyalamakla meşgul ediyor. Bu da bir tür istimna…
26/06/2011
Ballar balını buldum; kovanım yağma olsun...
Canlar canını buldum bu canım yağma olsun
Assı ziyandan geçtim dükkanım yağma olsun
Ben benliğimden geçtim gözüm hicabın açtım
Dost vaslına eriştim günahım yağma olsun
İkilikten usandım birlik hanına kandım
Derdi şarabın içtim dermanım yağma olsun
Varlık çün sefer kıldı dost andan bize geldi
Viran gönül nur doldu cihanım yağma olsun
Geçtim bitmez sağınçtan usandım yaz u kıştan
Bostanlar başın buldum bostanım yağma olsun
Yunus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin
Ballar balını buldum kovanım yağma olsun..
Assı ziyandan geçtim dükkanım yağma olsun
Ben benliğimden geçtim gözüm hicabın açtım
Dost vaslına eriştim günahım yağma olsun
İkilikten usandım birlik hanına kandım
Derdi şarabın içtim dermanım yağma olsun
Varlık çün sefer kıldı dost andan bize geldi
Viran gönül nur doldu cihanım yağma olsun
Geçtim bitmez sağınçtan usandım yaz u kıştan
Bostanlar başın buldum bostanım yağma olsun
Yunus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin
Ballar balını buldum kovanım yağma olsun..
Yunus Emre
Sadık Yalsızuçanlar'ın Mustafa Tatcı'yla yaptığı mülakattan
Hocam Ümmi Sinan’ın yurdundayız. Vahib Ümmi, Sinan Ümmi gibi büyük bilgeler yatıyor burada, Elmalı’da. Ümmi ne demektir?
Ümmi, ümm kökünden geliyor. Ümm, anne demek. Ümmi, anaya mensup, anneye ait olan, anadan doğma anlamına gelir. Elmalı yöresinde yaşamış bilgelerin lakaplarında kullandıkları bir sıfat olarak karşımıza çıkıyor, ümmi. Abdulvahib Ümmi, Talip Ümmi, Eroğlu Ümmi, Sinan Ümmi gibi zatlar yaşamış burada. Bu tabi sadece okuma-yazma bilmeyen anlamında karşımıza çıkmıyor. Anneye mensup. Burada anne, nur-ı Muhammedi sırrından kinaye kullanılmış bir ifade. Dolayısıyla nur-ı Muhammedi’den tahsil görmüş, okumuş yani hakikati tahsil etmiş anlamında kullanılıyor. Tabi bu tasavvufta da bir gelenek. Hz. Peygamber’in ümmi olmasından dolayı, tasavvuf ehli kendisini ümmi olarak niteliyor.
Ümmi, ümm kökünden geliyor. Ümm, anne demek. Ümmi, anaya mensup, anneye ait olan, anadan doğma anlamına gelir. Elmalı yöresinde yaşamış bilgelerin lakaplarında kullandıkları bir sıfat olarak karşımıza çıkıyor, ümmi. Abdulvahib Ümmi, Talip Ümmi, Eroğlu Ümmi, Sinan Ümmi gibi zatlar yaşamış burada. Bu tabi sadece okuma-yazma bilmeyen anlamında karşımıza çıkmıyor. Anneye mensup. Burada anne, nur-ı Muhammedi sırrından kinaye kullanılmış bir ifade. Dolayısıyla nur-ı Muhammedi’den tahsil görmüş, okumuş yani hakikati tahsil etmiş anlamında kullanılıyor. Tabi bu tasavvufta da bir gelenek. Hz. Peygamber’in ümmi olmasından dolayı, tasavvuf ehli kendisini ümmi olarak niteliyor.
---
Derviş kime denir?
Derviş, yokluğa talip olana denir. Derviş, Farsça’da ‘kapı eşiği’ anlamına gelir. Eşikte olması için insanın eşiğe yatması lazım, eşikte yok olması lazım. Eşik, bir kapıdan içeriye girmeye vesile olduğuna gör, içeri hakikat kabul edilir, dışarı şeriat kabul edilir. Kulun, zahirden batına intikal ederken yok olması gerekir. Derviş yokluğa talip, yok olan kişi anlamında bir kelimedir.
Anadolu’yu mayalayan pirler var. Bunların kimisine ‘abdal’ deniyor, abdal bir unvan, değil mi? Örneğin Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Kazak Abdal’daki Abdal bir unvan?
Eyvallah... Ünvan ama manevi bir unvan. Abdal, kırklardan kinaye kullanılmış bir ifadedir. Kökü, ‘bedel’dir, Arapçada, ‘tebarüz eden, değişen’ demek.Nefsini ruha dönüştüren kişiye abdal denir. İbni Arabi ‘nin eserlerinde de abdal, kırklar anlamında kullanılmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli’den sonra yaygınlaşan Rumeli abdalları tabiri de kırklardan kinaye kullanılmıştır. Dolayısıyla abdal, mana adamlarının ifadesidir.
Eyvallah... Ünvan ama manevi bir unvan. Abdal, kırklardan kinaye kullanılmış bir ifadedir. Kökü, ‘bedel’dir, Arapçada, ‘tebarüz eden, değişen’ demek.Nefsini ruha dönüştüren kişiye abdal denir. İbni Arabi ‘nin eserlerinde de abdal, kırklar anlamında kullanılmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli’den sonra yaygınlaşan Rumeli abdalları tabiri de kırklardan kinaye kullanılmıştır. Dolayısıyla abdal, mana adamlarının ifadesidir.
Bir bilge, ‘İlim Allah’ı tevhit etmektir’ diyor bunu nasıl anlamak lazım?
Bütün ilimlerden gaye, Cenab-ı Allah’ın ehadiyet ile anlatılmaya çalışılan birliğine ulaşmak, birlik sırrına vakıf olmaktır. Fakat bu bir, bizim anladığımız anlamda bir değil. Sonsuzluk içinde birliktir, sonsuzun bir içinde görünme olayıdır. Yunus Emre’nin ‘ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir/sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır’ derken kastettiği ilimde aslında ilim sahibinin açılmasından ibarettir. İlimle alem aynı kökten geliyor malumunuz, alem de alim de aynı kökten geliyor. İlim açıldığı zaman alem, alem açıldığı zaman ilim olur.
Bütün ilimlerden gaye, Cenab-ı Allah’ın ehadiyet ile anlatılmaya çalışılan birliğine ulaşmak, birlik sırrına vakıf olmaktır. Fakat bu bir, bizim anladığımız anlamda bir değil. Sonsuzluk içinde birliktir, sonsuzun bir içinde görünme olayıdır. Yunus Emre’nin ‘ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir/sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır’ derken kastettiği ilimde aslında ilim sahibinin açılmasından ibarettir. İlimle alem aynı kökten geliyor malumunuz, alem de alim de aynı kökten geliyor. İlim açıldığı zaman alem, alem açıldığı zaman ilim olur.
***
Aşk medresesinin müderrisi, Çalap’tır Yunus Emre’ye göre. ‘Çalap müderris bize aşk hod medresesidir’ diyor. Çalap, Moğolca’dan ödünç aldığımız kelimelerden.Yunus’unda çok kullandığı bir kelime, Tanrı demek.
***
Ballar balını bulmak ne demek?
Efendim malumunuz tasavvuf kültüründe bir sembolizm var. Bu sembolizmin kaynağı, alem-i misaldir. Bal da, deniz, derya, ırmak gibi kavramlar da tabiî ki hakikat aleminde mukabili olan, sembolik bir karşılığı olan hakikatlerden ibarettir. Bal, bu manada hakikati temsil eder. Bir yerde süzme bal olarak hakikati değerlendiriyor. Ballar balını bulmak’taki bal hakikattir. Her makamda dört kademe olduğunu düşünüyor Yunus. Dörtlü bir sistem var Türk tasavvufunda Ahmet Yesevi’den beri gelen. Dolayısıyla ballar balını bulmak, hakikatle derinleşmek, tevhid-i hakikiye vakıf olmak, vasıl olmak anlamında kullandığı bir ifade.
Dükkanım yağma olsun diyor, o dükkan neresidir?
Dükkan da beden anlamındadır, nefis veya can da diyebiliriz buna. Dükkanım yağma olsun derken tabiî ki bedenin mutlak yokluğu söz konusu değil. Nefsi bedenin, nefsi varlığın veya can denen emmarenin Hakka ait olduğunu anlama olayıdır, yani bilinçtir.
Assı ziyandan geçtim?
Evet, kardan ziyandan geçtim şeklinde de bir ifade var. Assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun, tam söylemek gerekirse. Kar-ziyan, Cenab-ı Hakkın, Cemal ve Celal sıfatlarıdır. Ne zamanki insan tasavvuf yolunda cemali ve celali birlerse o zaman hakikate ulaşır. Çünkü ikilik yoktur hakikatte birlik vardır. Yunus’un söylediği kardan-ziyandan geçmekte tabi çok derin bir mevzu. Biliyorsunuz tasavvufta beyat diye bir kavram var biat veya beyat diye bir kavram var. Beyat alışveriş yapmak demek kar alışveriş biat eden bir derviş mürşidiyle veya bir insanı kâmille alışverişe girer. Bir şey verecek karşılında bir şey alacaktır. Zahiri âlemde nasıl karşılıksız bir şey alamıyorsak manevi âlemde de karşılıksız bir şey alamayız. Bir şey vermemiz lazımdır. O nedir? Vehmi benliktir, mutasavvıfların vereceği şey vehmi benliktir. ‘Al gider benden benliği, doldur içime senliği’ diyor. ‘Sen çıkarsan aradan kalır seni Yaradan’ diyor. Vereceksin ki alasın. Dolayısıyla beyatın hakikati alışveriştir. Alışverişte ne vardır? Kar ve zarar vardır. Hakikate talipler kar ve zarar düşünmezler. Varlıklarının tamamını Hakka verirler, yokluk bilincine ulaşırlar. Zaten tasavvufun tanımında yokluk bilincine ulaşmak, o noktada hakkın varlığıyla var olmak olayı gerçekleşecektir.
İbn Arabî hazretleri, ‘sadakaların en büyüğü insanın bizzat kendisini tasadduk etmesidir’ diyor…
Evet, aynı dünyanın sözleri bunlar.
Efendim malumunuz tasavvuf kültüründe bir sembolizm var. Bu sembolizmin kaynağı, alem-i misaldir. Bal da, deniz, derya, ırmak gibi kavramlar da tabiî ki hakikat aleminde mukabili olan, sembolik bir karşılığı olan hakikatlerden ibarettir. Bal, bu manada hakikati temsil eder. Bir yerde süzme bal olarak hakikati değerlendiriyor. Ballar balını bulmak’taki bal hakikattir. Her makamda dört kademe olduğunu düşünüyor Yunus. Dörtlü bir sistem var Türk tasavvufunda Ahmet Yesevi’den beri gelen. Dolayısıyla ballar balını bulmak, hakikatle derinleşmek, tevhid-i hakikiye vakıf olmak, vasıl olmak anlamında kullandığı bir ifade.
Dükkanım yağma olsun diyor, o dükkan neresidir?
Dükkan da beden anlamındadır, nefis veya can da diyebiliriz buna. Dükkanım yağma olsun derken tabiî ki bedenin mutlak yokluğu söz konusu değil. Nefsi bedenin, nefsi varlığın veya can denen emmarenin Hakka ait olduğunu anlama olayıdır, yani bilinçtir.
Assı ziyandan geçtim?
Evet, kardan ziyandan geçtim şeklinde de bir ifade var. Assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun, tam söylemek gerekirse. Kar-ziyan, Cenab-ı Hakkın, Cemal ve Celal sıfatlarıdır. Ne zamanki insan tasavvuf yolunda cemali ve celali birlerse o zaman hakikate ulaşır. Çünkü ikilik yoktur hakikatte birlik vardır. Yunus’un söylediği kardan-ziyandan geçmekte tabi çok derin bir mevzu. Biliyorsunuz tasavvufta beyat diye bir kavram var biat veya beyat diye bir kavram var. Beyat alışveriş yapmak demek kar alışveriş biat eden bir derviş mürşidiyle veya bir insanı kâmille alışverişe girer. Bir şey verecek karşılında bir şey alacaktır. Zahiri âlemde nasıl karşılıksız bir şey alamıyorsak manevi âlemde de karşılıksız bir şey alamayız. Bir şey vermemiz lazımdır. O nedir? Vehmi benliktir, mutasavvıfların vereceği şey vehmi benliktir. ‘Al gider benden benliği, doldur içime senliği’ diyor. ‘Sen çıkarsan aradan kalır seni Yaradan’ diyor. Vereceksin ki alasın. Dolayısıyla beyatın hakikati alışveriştir. Alışverişte ne vardır? Kar ve zarar vardır. Hakikate talipler kar ve zarar düşünmezler. Varlıklarının tamamını Hakka verirler, yokluk bilincine ulaşırlar. Zaten tasavvufun tanımında yokluk bilincine ulaşmak, o noktada hakkın varlığıyla var olmak olayı gerçekleşecektir.
İbn Arabî hazretleri, ‘sadakaların en büyüğü insanın bizzat kendisini tasadduk etmesidir’ diyor…
Evet, aynı dünyanın sözleri bunlar.
****
Seyr-i süluk nedir?
.....
Yunus bir doğan idi kondu Taptuk kuluna/Ava şikare geldi bu yuva kuşu değil’ diyor. Yani doğan dediği burada doğan kuşu, malum terbiyeye müsait bir kuş. Yunus bir doğan idi kondu Taptuk kuluna. Doğan kuşu terbiye edildikten sonra kolda taşınır av için. Taptuk Emre yanında terbiyeden geçti, şikara geldi, av avlamaya geldi bu yuva kuşu değil diyor. Serçe gibi güvercin gibi bir yuva kuşu değil. Yani zahit değil, hazırdan beslenen bir kuş değil. Bizzat avcı bir kuş, yetişen kuş, hikmet avcılığına geldi demek istiyor orada. Dolayısıyla konuyu biraz uzattık. Seyr-i süluk bir mana yolculuğudur. Aynı Yunus'un Taptuk Emre tarafından yetiştirilmesi gibi bir mana adamı tarafından kişinin kendi içinde derinleşmesi, içinde gizli olan hazineleri hikmetleri açığa çıkarma olayıdır.
***
Köylümüz veryansın ediyor...
Hükümet kademeli olarak tarımda çalışan nüfusu azaltmak istiyor. Şüphesiz dünyanın geldiği nokta bunu bize dayatıyor. Gelişmiş ülkelerin çoğunda çok az nüfusla bizdekinden daha fazla üretim yapıldığı malumumuz.
***
Eski alışkanlıklarını sürdüren, kendini çiftçi olarak gören bir avuç köylümüzün durumunun gerçekten zor olduğunu belirtmeye gerek yok. Köylümüze köyü özendirmeyecek şekilde bazı desteklerin verilmesinin şart olduğu da açık.
***
Dilerseniz 2002 ve 2011 yıllarındaki bazı verilere bakarak köylünün içinde bulunduğu fecaate daha yakından bakalım:
2002’de mazot 1,260 TL iken 2011’de 3,600 TL’dir.
2002’de gübre 18 TL idi, 2011’de 70 TL.
2002’de buğday 625 kuruş iken 2011’de 450 kuruştur. 2002’de 2 kg buğdayla 1 litre mazot alınırken 2011’de 6 kg buğdayla 1 litre mazot alınabiliyor.
Gene pancarın ton fiyatı 2002’de 140 lira civarındayken 2011’de 115 lira kadar düşmüştür.
***
Mutfak tüpü 2002’de 15 TL idi, 2011’de 60 TL. Mutfak tüpü fiyatları sadece köylüyü değil doğalgazla henüz tanışmamış büyük kitleyi de yakından ilgilendiriyor. Bu 60 liranın ne kadarı vergiye ve ne kadarı aracılara gidiyor? Kaba bir hesapla %18 KDV’nin yanında bir o kadarının da aracılara gittiğini düşünecek olursak 12 kg.lık mutfak tüpünün 35-40 liralık bir maliyetinin olduğu söylenebilir.
***
Değişen, dönüşen ve zenginleşen Türkiye’de pastadan en az pay alan kesim köylü kesimidir. Toplumun bu en fakir kesimi 5-10 veya 20-30 dönümlük tarlasıyla ayakta durmaya çalışmaktadır. Takdir edersiniz ki yukarıdaki rakamlar köylüyü ezmektedir. Bu sebeple mazotta, gübrede vs.de köylü ciddi manada desteklenmelidir. Nereye kadar denecek? Alışkanlıklarını kolay kolay terk etmeyeceğini düşündüğümüz 40 yaşın üstündeki köyde yaşayan nüfus, bu işten vazgeçene kadar.
***
Problemlerin en önemli sebebi köylünün elindeki toprağın miras nedeniyle tamamen parçalanmış olmasıdır. Toprağın parçalanmasının kimseye faydası olmadığı ortada. Ne yapılacaksa yapılıp bu düzene son verilmeli. Sorunların çözümünde örgütlenmenin de elzem olduğu anlaşılmakta. Ama nasıl? Nasılına kafa yorulmalı. Yeri geldiğinde üniversitelerimizin sayısıyla övünmekten geri durmuyoruz. Bu hususlarda kafa yorsunlar efem.
***
Köylüye sağlayacağımız destek onu atalete sürükleyecek şekilde de olmamalı. Ürettiği ürünleri rahatça pazarlayabileceği imkanlar sağlanmalı, kısaca ürünü para etmeli. Bunun için köylünün ürettiği ürünün ihraç edilmesi şart. Bulunduğumuz bölge itibariyle konuşacak olursak domatesin mutlaka yurt dışına gönderilmesi gerekir. Ancak bu takdirde köylü, ürününü gerçek değerine satabilir. Şu an domates 1 TL iken muhtemelen temmuz, ağustos ve eylül aylarında - köylünün ürünü bu aylarda çıkacağı için- 20 kuruşlara hatta 10 kuruşlara kadar düşecektir. Bu da çiftçinin emeğinin boşa gitmesi demektir.
***
Bu arada genel manada çiftçiden değil de sürekli köylüden bahsettiğimiz dikkati çekmiştir. Büyük çiftçi zaten bir şekilde işlerini hale yola koymasını bilir. Birçok açıdan avantajlıdır da. Sözgelimi tarlası topludur, parça parça değil. Makineli tarım yapacağından iş gücü düşecektir, dolaysıyla da maliyetler düşecektir vs. Bu saydığımız sebeplerden ötürü öncelikli olarak düşünülmesi gereken küçük ölçekli çiftçilerimizdir.
***
Semt pazarlarında müşahede ettiğim birkaç hususu zikretmeden geçemeyeceğim. Vatandaş mahsulünü zor bela yetiştirmiş ve pazara getirmiştir. Ürününü çoğu zaman maliyetine veya maliyetinin biraz üstüne vermeye çalışır. Çünkü özellikle bizim yöremizde mahsul çıktığında Türkiye’nin birçok yerinde de çıktığı için bir bolluk yaşanır. Bu sebeple köylü istese de ürününü pahalı veremez. Ama insanımızın bir kısmı köylünün elinden ürününü yok parasına almaya kalkar. Bunu çokça müşahede ettiğim için yazıyorum. Açıkçası burada bir ahlaki sorunla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü gerçekten zor şartlarda yaşayan, tabir yerindeyse muhannete muhtaç olmadan yaşamaya çalışan fakirin elindekini alavere dalavereyle yok paraya almaya kalmak en iyimser tabirle düşüncesizliktir. Bu bakımdan semt pazarları fakiri nasıl olur da kandırırız tarzında açıkgöz simsarlarla doludur. Temennim o ki halkımız, bundan böyle direkt üreticiden ürünü alsın ve ürünü alırken o ürünün fiyatını indirmek yerine en azından değeri neyse onu vermek kaygısıyla hareket etsin.
23/06/2011 03:00
***
Bazı elitlerin üç ayları şimdiden mübarek olsun! (Haziran, Temmuz, Ağustos) bülent akyürek
Bülent Akyürek:KUL DÖNMESİ
Bir kıl istikametini ters yöne çevirip etimize gömülünce ne kadar çok acı çekiyoruz değil mi? Şu dünyada herkeste olmasını istediğim tek hastalık “Kıl Dönmesi”dir inanın.
Kıl dönmesi kibrimizi törpüler… İçeride bir yerlerde sızımız vardır ama kimselere anlatamayız derdimizi…
Bütün gün işçilerimize, memur ya da çalışanlarımıza bağırıp çağırmış, en pahalı lokantalarda garsonlara emirler yağdırmış, korkunç paralar havale etmişizdir ama kimselere anlatamadığımız bir hastalık dipten dibe egomuza darbeler vurmuştur J
Modern dünya, tüm insanları kişisel gelişimden geçirip dimdik yapmak istiyor. Sokaklar kişisel gelişimden geçmiş kibirli insanlarla doldu. Kimse toprağa bakarak yürümüyor artık, herkes küçük dağları kendisinin yarattığını sanıyor. Plastik cerrahlar yerçekimine kafa tutarak, eğilen, düşen her organımızı dikleştirip para kazanıyorlar. Dimdik bir çağın, dimdik medeniyetlerin çocuklarıyız artık, kaldırımlarda Firavun gibi yürüyoruz ama çok şükür ki “Kıl Dönmesi” diye bir hastalık var. Yoksa faniliğimizi, ölümlü olduğumuzu hepten unutup gideceğiz.
Topraktan gelip yine toprağa gideceğini bilen, boynu bükük, gözleri yaşlı, ahret korkusuyla beli ve dizleri kırılan insanların yürüyüşlerine bakıp “Özgüven Eksikliği” yaftasını yapıştırıyorlar. Yaşlanınca yerçekimine yenik düşüp aşağı sarkan burunlarımızı plastik cerrahlar ameliyatla havaya kaldırıyor. 65 yaşındayken bizi 35 yaşında gösteren kozmetik kremlerin, ürünlerin müritleri olduk.
Modern tıp işini gücünü bırakmış “İstenmeyen Kıllarla Mücadele”ye milyar dolarlar harcıyor. İstenmeyen Tüylere harcanan paralarla bir Afrika karnını doyurur oysa… İnsan tekrar nasıl insan olacak, insan sarp yokuşu aşabilecek mi acaba, düşünen yok. Bizim gibi düşünenlere “Deli” diyorlar.
Bize insanlığımızı, faniliğimizi, ölümü hatırlatan “Kıl Dönmesi” nden başka şeyimiz kalmadı elimizde… Nasıl da yoksuluz, fukarayız, görüyorsunuz değil mi?
***
Meriç'ten oğluna...
...Peau de Chagrin'in Rafael'i, kendini Seine Nehri'ne atmak isterken, bir fahişe, intihar için daha erken der, geceyi bekle, kurtarılır ve gülünç olursun. Ben kendimi Seine'e de atamazdım. daima birinin kolunda idim. Geçti yıllar..Sartre babası için yumurtayı tohumlayıp ölmüş diyor. İyi de etmiş diye ekliyor. Bense hala yaşıyorum. Sartre'ın babası genç bir bahriye subayı imiş galiba. Benim hiçbir hüviyetim yok. Hüviyetsiz adam... Ben babamı ne kadar tanıdım? Hiç. Allah da biliyor ki tanımak için en küçük bir gayret göstermedim. Haklı idi. Her insan başkasına kapalıdır. Ben... Sarhoşum. Babanın vazifesi yumurtayı tohumlayıp gitmek. Sartre'ın babası Çinmaçin'e gitmiş. Ben Çinmaçin'e gidemedim. duvarlarına çarparak yürüdüğüm bir cehennem dehlizi. Bir koridor, bir koridor daha. Leş gibi kokan bir koridor. Ter, çiş, kaka ve aybaşı kokusu. Paris bu. Sonra
***
Şecaat arz ederken merdi Kıpti sirkatin söyler…
Cumhuriyet Halk Partisi’nin kasetle gelen genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu AKP’ye oy verenlerde Stockholm sendromu olduğu tespitini yapmış. Eskiler buna, zihî idrak zihî irfan derlerdi veya şecaat arz ederken merd-i Kıpti sirkatin söyler…
***
Peki nedir Stockholm sendromu? Kısaca, tecavüzcüsüne aşık olma durumu.
***
Milletimizde birçok sendromun bulunduğunu iddia edebilirsiniz ama Stockholm sendromunu asla. İddia edildiği gibi millette Stockholm sendromu olsaydı CHP her seçimde birinci parti olurdu.
***
Sebebine gelince…
Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri laik ideolojinin (çoğu zaman zor kullanarak) taşıyıcısı olan CHP, bu milletin ruh köklerini, iktidarsa iktidar eliyle, yok iktidar değilse bürokrasi vs. eliyle dinamitlemiştir. Bu sebeple sadece CHP değil, diğer sol partiler de girdikleri seçimlerin büyük çoğunluğundan sukut-u hayalle ayrılmışlardır. Demek ki ne imiş, bu millette Stockholm sendromunun s’i dahi yokmuş.
***
Olsa olsa CHP’ye oy verenlerin bir kısmı için bir anlam ifade edebileceği düşünülebilir Stockholm sendromunun.
***
Geçenlerde Selahattin Demirtaş Tunceli bağlamında seçim sonuçlarını değerlendirmiş. Değerlendirmesinde Kerbela - Dersim kıyaslaması yaparak şöyle demiş: “Kerbela'da 72 kişi öldürüldü, Aleviler bunu unutmadı; Dersim'de 72 bin kişi öldürüldü, Aleviler bunu unuttu.”
***
Bu değerlendirmeyi Habervaktim adlı haber sitesinde bir yorumcu şöyle yorumlamış: “Aleviler ilkin Kerbela’yı unuttular ve Kerbela ruhundan uzaklaştılar. Eğer Kerbela’nın zerre ruhu onlarda olsaydı analarını ağlatan CHP'nin kuyruğuna takılmazlardı, yazıklar olsun cellatlarına aşık olanlara.”
***
Bu yorum ağır kaçabilir ama adama, ‘ağa buyur burdan yak’ derler. Kemal Efendi ve sevenlerine ithaf olunur!...
***
22/06/2011
***
Cehennemde günah yanar kul yanmaz.
Cennete kirli gidilmez.
Cehennem yoğun bakım ünitesidir.
Mustafa İslamoğlu
***
Kendi Malını yakacak
Neyzen Tevfik'le saf bir Anadolu çocuğu olan Şaban, Kadiköyden yola çıkarlar. Pendik'e yaya gidecekler. Neyzen Tevfik yolda yorulur.Yorulunca da sinirlenir, sövüp saymaya başlar.
Şaban:
--Aman baba, der, ne yapIyorsun? Böyle sövüp sayarsan Allah seni cehennemde yakar.
Neyzen Tevfik gülümser:
--Ulan deli kereta, yakarsa kendi malını yakacak. Sana ne?
***
Müslümanlar cumaya niçin gider?
Çoğumuz, tabirimi mazur görün, cuma müslümanıyızdır. Bu bütünüyle kanıksadığımız bir durum. Büyük çoğunluk cumanın ne olduğu veya ne olması gerektiğine dair düşünmediği için özüne dair en temel soruları sormaktan da uzaktır.
***
Cuma müslümanlığı tabirine bir cuma müslümanı olarak benim itirazım var. Önce ben niçin cumaya giderim? İsterseniz bu soruya cevapla başlayalım. Hani bir dizi filmde oyuncu “Baba irtibatı koparmayalım.” diyordu ya şahsen benim cumayla alakam bu düzeydedir. Adam olacağım yok, hiç olmazsa irtibatı koparmayalım, diyorum. Şaka yapmıyorum, gerçek bu. Yani dergaha isteksizce odun taşıyorum, taşıdığım odunlar da hep çerden çöpten, eğri büğrü.
***
Ayrıca cumanın ilk sünnetini kıldığım pek görülmemiştir. İmam minberdeyken girerim iki rekat farzı kıldıktan sonra arkamdan atlı kovalıyormuşçasına uzaklaşırım oradan. Ha bir de mümkün mertebe cumayı farklı camilerde kılmaya çalışırım. Ne diyeyim, bu da benim huyum.
***
Son zamanlarda hutbe okunurken sabırsızlanıyorum ve kendi kendime hoca hutbeden inmeden okuduğu ayete yetişecek gibi geleyim bundan böyle, diyorum. Niçin? Anlatayım. Zaten bahsi bu soruya cevap aramak için açtım.
***
Evvela dostlar, insanlar cumaya namaz kılmak için gitmiyorlar. Namaz pekala evde de kılınabilir. Efendim cumanın farzı evde nasıl kılınır filan demeyin. Kastım cumanın farzını evde kılın demek değil.
***
İnsanlar cumaya bir kamuoyu oluşturmak için gidiyorlar da demeyeceğim, gitmeliler diyeceğim. Dinlediğim hutbelerin hiçbirinde dişe dokunur bir şey bulamıyorum. Hep suya sabuna dokumayan konular: Ey insanlar birbirinizle küs olmayın, birbirinize selam verin vs.
***
Şu konular bir tartışma üslubu içerisinde konuşulmalı: 1.Teknoloji hastalığı. Adam elin adamının ürettiği son teknolojiye para yatırmakta beis görmüyor. Misal, vatandaşımızın elindeki telefonlar, üretiminde tek kuruşluk katkımızın olmadığı son teknoloji telefonlar. Vatandaş bununla da kalmıyor bir üst modeli çıktı diye gidip onu alabiliyor. Yazık bu milletin parasına.Bu tipleri gördüğümde demek ki keyfinden adamların kişi başı milli gelirleri 30, 40 bin avro’dan aşağılara düşmüyor, diyorum. Hele öğrencilerimizin elindeki telefonlara bakacak olursak çoğunda ucuz telefon bulmak imkansız.
***
Aslında bizim insanımız bunları düşünmeyecek insan değil ama bu konulardan en azından cuma hutbelerinde bahsedilse, bu konular tartışılsa, evet tartışılsa, çok güzel sonuçlar elde edilir. Tartışmayı hep menfi mana da anlıyoruz. Bu da tabi çok yaygın yanlışlarımızdan biri. Cumada insanların rahatlıkla, tabi edep içerisinde, görüşlerini dile getirmemesi de ayrıca bahse konu olmalıdır.
***
2.Vatandaş, hepimizi ilgilendiren kimi siyasi konuları da cami de tartışmalıdır. Farz- ı misal anayasa meselesi hutbelerde çok üst bir dil kullanılarak konu edilebilmeli, gene Kürt meselesine Müslüman zihnin nasıl bakması gerektiği işlenebilmeli. Bunlara dair hutbelerde bir şeyler görmediğimiz, duymadığımız kesin.
***
Antrparantez ifade edelim, camide siyasetin olmayacağı iddiası da çok iyi niyetli bir iddiaya benzemiyor. Müslüman demek sadece namaz kılan, insana, topluma, yaşadığı dünyaya dair hiçbir görüşü olmayan kişi mi demek? Şüphesiz böyle bir şey söylemek mümkün değil. Ama denecektir ki camiye siyaseti sokarsak Müslümanları çeşitli fırkalar ayırmış oluruz, bu da nihayetinde Müslümanların yararına olmaz. Ben de derim ki o zaman, Müslümanlar zaten fırkalara ayrılmışlar, biraz daha ayrılsalar ne çıkar? Hem ‘ümmetimin ihtilafı rahmettir’ hadis-i şerifini ne yapacağız.
***
Demek ki cumaları ciddi ciddi gözden geçirmek lazım. Bu işin böyle gitmeyeceğini ya da gitmemesi gerektiğini bilelim.
***
Bir de yazıyı bitirmeden şimdilerde ‘cumada görünmek’ diye bir tabir çıktı biraz da bundan bahsetmek istiyorum.7-8 sene evline kadar bir kısım insanlar hususen cumaya gitmezler veya gidemezlerdi fişlenmek korkusu yüzünden. Çünkü birtakım ikbal hesapları vardı bu bir kısım insanların.Şimdi iş tersine dönmüş durumda. Gene aynı tip zevat bu sefer cumada görünmeye başladılar. Bu nasıl iştir erenler? Neyse bu konuyu ‘din ne/leri/yi örter’ başlıklı bir yazıda daha da ayrıntılı işlemek istiyorum.
***
19/06/2011 03:20
Türk’ün namusu nasıl kurtuldu!...
Dil tasfiyesi hakkında ilginç bir anekdot…
1940’lı yıllarda Tür Dil Kurumu toplantılarının birinde Arapça ve Farsça kelimeler birer birer sözlükten atılırken sıra namus kelimesine gelir. Dil tasfiyesine karşı üyelerden biri arkadaşlar, der bu kelime Arapçadan değil Yunanca nomostan (yasa) gelir, atmamıza gerek yoktur. Namus kelimesiyle nomos kelimeleri gerçekten de ses bakımından birbirine çok benzer. Bu ilginç çıkıştan sonra namus kelimesi sözlükten çıkarılmaz. Bu hayırlı işi kotaran üye/hoca derslerinde ‘çocuklar Türk’ün namusunu ben böyle kurtardım’ diye anlatırmış.
Namus kelimesiyle ilgili Ekşi sözlükte verilen aşağıdaki bilgileri istifadenize sunuyorum:
Nomos: Yunancada yasa anlamına gelen kelime felsefi metinlerde geçer.Namus kelimesi bu kelimeden Arapçalaştırılmıştır, biz de bu kelimeyi kendi adetlerimize uygun şekilde Türkçeleştirmişiz.
17/06/2011
Osmanlıca şart mı?
Okullar tatile girdi. Yaz tatilinde çocukların bir kısmı Kur-an öğrenmek için camilere gidecek, bir kısmı sınavlara hazırlanacak, bir kısmı da hedefsizce gezecek, tozacak.
***
Ülkemizin bu gerçekliğini bilen üç-beş alim, fazıl kişi bir araya gelse bila-bedel bir Osmanlı Türkçesi eğitimi veren kurs açsalar faydalı bir iş yapmış olmazlar mı? Neden insanlar, en hayati meselelerden biri olan dil mevzuunda duyarsızlar? Konuya ilgi duyan herkes, en azından kamuoyu oluşturmak için bugünden tezi yok elini taşın altına koymalıdır.
***
Ülkemizde eğitim sistemimizi eleştirmeyenle henüz karşılaşmış değilim. Eleştirilerin ekseriyetinin boş beleş eleştiriler olduğunu peşinen belirtmeliyim. Mesela çocuklara yetirince test çözdürülmediğini ve sınavlarda yeterince başarılı olunmadığını beyan eden de çocukların yeterince ahlak, edep ve terbiye almadığını ifade eden de kendince sistemi eleştirmiş olur. Ciddi bir bakışla bu eleştirilerin meselenin aslına dair esaslı çözümler sunmaktan uzak, çok yüzeysel eleştiriler olduğu görülecektir.
***
Eğitim sistemimize getirdiğim eleştiriler “dil” etrafında kümelenmektedir. Öteden beri kanaatim, Yahya Kemal’in, Mehmet Akif’in zengin Türkçesi olmaksızın, bugünkü Türkçeyle ilim tedris edilemeyeceği yönündedir. İşte tam da bu hususu belirtmek için Osmanlı Türkçesini öğrenmek üzerimize 'farzdır' diyorum.
***
Osmanlıcanın lüzumunu milliyetçi-muhafazakar aydınlar oldukça pes perdeden dillendirdiler bugüne kadar. Sevinerek belirmeliyim ki Türkiye’de sol aydınlar da Osmanlıca gerçeğini yavaş yavaş kabul etmeye, daha geniş bir kelime kadrosuyla konuşamaya, yazmaya başlamışlardır.
***
Milli Eğitim Bakanlığı bütün Anadolu liselerine en azından seçmeli ders olarak haftada 1 veya 2 saat olmak üzere Osmanlıca dersi koysa böyle bir konjonktürde kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Zaten Sosyal Bilimler liselerine konulmuş durumda Osmanlıca dersi. Fakat ne gibi sonuçlar elde edildi, nasıl karşılandı, bilmiyorum.
***
Tahminim, Sosyal Bilimler liseleri test sisteminde çok başarılı olan öğrencileri aldığı için veliler de işin bilincinde olmadığından çeşitli sıkıntılar yaşanmıştır. Çünkü bu tür okullara çocuklarını gönderen velilerin çoğu üniversite sınavına yönelik başarıya odaklandıkları için okuldan yalnız üniversite sınavına yönelik çalışma isteyeceklerdir. Bu öngörüm doğruysa ki çok büyük ihtimalle doğrudur o zaman insanımızın zihniyetiyle mücadele etmekten başka çare kalmıyor.
***
Dersi okutacak hoca konusuna gelince… Öncelikle dersin kitabı çok iyi hazırlanmalı. Edebiyat öğretmenleri az bir gayretle kısa zamanda bu dersi verebilecek seviyeye gelecektir.
***
Buraya kadar bir fotoğraf çektik galiba. Şimdi gelelim meselenin özüne. Niçin Osmanlıca veya Osmanlıca şart mı?
***
Öncelikle dilimize Arapçadan giren ve birbirine ses bakımından çok benzeyen bazı kelimelere örnekler vermek istiyorum:
Görüşlerimi tasvip(b) ediyor musunuz? Tasvip, onaylama.
Mahallelinin tavsif ettiği adam bu mu? Tavsif: Vasıf kelimesiyle kökteş, vasıf, nitelik.
Dil tasfiyesi ne? Tasfiye: Saflaştırma kelimesiyle kökteş, arılaştırma, atma demek.
Tümseği tesviye etti. Tesviye: Seviyeden gelir, düzleştirme.
Kimi tevkif ettiler? Tevkif:Tutuklama, vakf/vakıf’tan gelir. Vakfe, durma demek.
Yeri gelmişken söyleyelim, vakıf, gayrı menkul demek. Gayrı menkul, taşınamaz, nakledilemez mal demek. Menkul, nakledilebilir; gayr-ı menkul nakledilemez. Memnun, memnun/mutlu; gayr-ı memnun, memnun olmayan.
Mahalle sakinleri çok mu sakin, efendi adamlar!Sakin; sükun, yerleşik, hareketsiz.
Hakim/hüküm/mahkum/tahkim/muhakeme /ahkam/muhkem/istihkam vs. kelimeleri h k m asli seslerinden türüyor.
***
Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. Düşünmenin kelimeler üzerinde düşünmekle başladığı kaziye-i muhkeme olduğuna göre özellikle Arapça ve Farsçadan dilimize girmiş kelimelerin sistematiğini çok iyi öğrenirsek bir anda 500 kelimelik hazinemizin iki katına çıktığı görülecektir.
***
Bin yıl boyunca kullanılan kelimeleri kök aileleriyle bilme zorunluluğumuz var. Bu zorunluluk nereden kaynaklanıyor. Eğer biz öteden beri kabile devleti olsaydık böyle bir zorunluluğumuz olmayacaktı. Biz kabile devleti değil cihan devleti olduğumuz için tarihin bize yüklediği birtakım sorumluluklarımız var. Sorumluluklarımızın ve zorunluluklarımızın farkına varmak için külyutmaz nesiller yetiştirmeliyiz. Bu da takdir edersiniz ki Osmanlıca yani esaslı bir Türkçe öğrenerek olacaktır.
***
Düşüncenin bütün kıvrımlarını, nüanslarını yakalamak, anlatmak diye bir olgu vardır. Siz düşüncenin bütün kıvrımlarını, nüanslarını üç yüz, beş yüz kelimeyle ifade edemezsiniz. Kitaplarını 30 bin farklı kelimeyle yazdığı söylenen Victor Hugo’yu Türkçeye çeviremezsiniz, çevirseniz de anlayamazsınız. Yani meselenin neresinden bakılırsa bakılsın Osmanlıca olmazsa olmazlarımızdan biridir.100 bin kelime kadrosu bulunan dilimize ancak Osmanlıca öğrenerek vukufiyet kesp edebilirsiniz.
***
Türkiye’de kafası çalışan adamların bazı konularda bilerek sustuklarını düşünüyorum. Yıllardır kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramadığını düşündüğüm dilbilgisi dersleri yerine Osmanlıca okutulsaydı veya dilbilgisi dersleri Osmanlıcayla birlikte verilseydi bin, 2 bin kelimeyle insanlar liselerden mezun olur, konuştuğu dili daha bilerek, anlayarak konuşurlardı.
Osmanlıca bilmeden de Türkçenin dil bilgisi kurallarının yeterince öğre-t-n-ilemeyeceği kesin. İşte bu gerçeklik yıllardır görmezden gelindi.
***
Bir dilin kurları niçin öğretilir? O dili konuşanların düşünmelerini, düşünerek konuşmalarını sağlamak için… Hepimiz, dünyaya ana dilimizin açtığı pencerelerden bakarız. Eğer anadilimizi, onun işleyişini hakkıyla bilmiyorsak Yunus’un dediği gibi bu nice okumaktır. Anadilimizi, onun işleyişini hakkıyla bilmediğimizde yaşadığımız dünyayı da tam olarak anlamadan, bilmeden yaşamış oluruz. Kesin olan bir şey var ki Osmanlıca öğrenilmeden özellikle Arapçadan dilimize geçmiş kelimeleri tanımadan Türkçe öğrenilmiş olmaz. Eğer Türkçeyi öğretemiyorsanız yetiştirdiğiniz nesillerden şaheserler yazmalarını, büyük kriz anlarında çözüm üretmelerini, dünyanın yönetiminde söz sahibi olmalarını veya dünyaya tekrar hükümferma olmalarını beklemeyin.
17/06/2011
***
çetin dede'den inciler...
Bir toplumun “gelişmişlik ölçüleri”nden biri de; dilini, “kaç kelimeyle konuşup yazdığı”...
Seçim mitinglerindeki nutuklarda, liderlerin tüm konuşmaları acaba kaç yüz kelime içinde çerçeveleniyordu?
300 mü, 400 mü, 500 mü?
* * *
Shakespeare 40 bin kelime, Victor Hugo 20 bin kelime, Fuzuli 3 bin kelime kullanmıştı şiirlerinde.
* * *
Shakespeare 40 bin kelime, Victor Hugo 20 bin kelime, Fuzuli 3 bin kelime kullanmıştı şiirlerinde.
Bu arada oylarını kullanmış 50 milyon seçmenle, Meclis’e seçilmiş 550 milletvekili arasında; Ahmet Haşim’in şiirlerine de, şöyle hafiften bir özümseme duymuş kaç kişi var acaba?
* * *
Bu bir “cehalet” sorunu değil, sokak ve cadde adlarının hiç değişmediği “kentli birikiminden” yoksun kalmış olma sorunu...
* * *
Şapka inkılabıyla, köylü ağırlıklı kasabaların “burjuvalaşamadığı” ve Tanzimat döneminde de, “alafrangalığı” benimseyememiş “mahalle teyzeleri”nin; son seçimlerde yine ağırlık kazandığı bir süreç bu...
* * *
Bu bir “cehalet” sorunu değil, sokak ve cadde adlarının hiç değişmediği “kentli birikiminden” yoksun kalmış olma sorunu...
* * *
Şapka inkılabıyla, köylü ağırlıklı kasabaların “burjuvalaşamadığı” ve Tanzimat döneminde de, “alafrangalığı” benimseyememiş “mahalle teyzeleri”nin; son seçimlerde yine ağırlık kazandığı bir süreç bu...
Dünkü Milliyet’te de, kıvılcımlı bir haber vardı:
“AVRUPA’DA POLİTİKACI OLMAK ZOR
Eylemciler ekonomiyi zora sokan iktidarları sarsıyor, doktorlar çıkıp Başbakan fırçalıyor.”
* * *
“Uzay çağı”nda, “ulus-devlet” modelinin yapaylığı ve sığlığı içinde kalmış olan “politikacılar saltanatı”, artık depreme uğramakta.
* * *
7 milyar nüfuslu dünyada, 4 milyar yoksulun da nerelere dağılmış olduğunun bir “dünya haritası” yakında çıkar ortaya...
* * *
Artık eski “yerel ihtilaller”, bir “dünya ihtilaline”; eski “yerel vatandaşlıklar” da, bir “dünya vatandaşlığı”na dönme doğrultusunda...
* * *
“AVRUPA’DA POLİTİKACI OLMAK ZOR
Eylemciler ekonomiyi zora sokan iktidarları sarsıyor, doktorlar çıkıp Başbakan fırçalıyor.”
* * *
“Uzay çağı”nda, “ulus-devlet” modelinin yapaylığı ve sığlığı içinde kalmış olan “politikacılar saltanatı”, artık depreme uğramakta.
* * *
7 milyar nüfuslu dünyada, 4 milyar yoksulun da nerelere dağılmış olduğunun bir “dünya haritası” yakında çıkar ortaya...
* * *
Artık eski “yerel ihtilaller”, bir “dünya ihtilaline”; eski “yerel vatandaşlıklar” da, bir “dünya vatandaşlığı”na dönme doğrultusunda...
* * *
Çetin Altan
***
Doğrudan demokrasi ham hayal mi?
Dünyanın geldiği yere bakıldığında insan sormadan edemiyor: Acaba doğrudan demokrasiye geçiş için henüz erken mi?
Günümüzde bir kısım insanlar vekillik sistemine karşı çıkabilir. Çünkü insan eski insan değil. Gerçi bu konuda genelleme yapmak doğru değil ama toplumun yüzde yirmi ikisi üniversite mezunudur. Bu da demektir ki toplumun yüzde yirmi ikisi bireydir. Bunu salt lisans eğitimi bağlamında söyledik ama birey oranı kanaatimce yüzde yirmi ikiden daha yüksektir. Bırakın lise ve ortaokul mezunlarını öyle ilkokul mezunları var ki lisans mezunlarına taş çıkartır.
Yukarıdaki düşüncelerden hareketle teknolojinin geldiği nokta dikkate alındığında doğrudan demokrasiyi hayata geçirmek pek de zor olmasa gerek. Benim naçizane teklifim her dört sene de bir 100 kişilik akil adam seçilsin, bu akil adamlar ülkeyi yönetsin. Sıkıntılı durumlar, yasalar, anayasalar hatta ihtiyaç hissediliyorsa basit bir kararname bile halka sorulsun.
Bütün bunlar çok maliyetli işler efendi diyorsanız yazının başında söylediğimizi biraz açalım. Dünyanın geldiği yere bakıldığında dedik, yani şunu demeye getirdik: Önce insanlar vatandaşlık numaralarıyla sisteme giriş yaparlar sonra bankacılık sisteminde olduğu gibi üzerlerine kayıtlı cep telefonlarına gelen şifreyi yazarak oy kullanırlar. Nasıl, beğendiniz mi?
Teklif ettiğim sistemin açmazlarından en önemlisi galiba herkesin işini gücünü bırakıp alabildiğine politikleşecek olması. Eğer bunu bir açmaz olarak görüyorsak doğrudan demokrasi seçimlerinde oy kullanma zorunluluğu getirilmeyebilir.
Doğrudan demokrasinin hayata geçirilmesinde önemli olan bir diğer husus da yukarıda rakamlarını verdiğimiz lisans eğitim oranlarının arttırılmasıdır. Gelişmiş ülkelerde lisan eğitim oranı yüzde elli beş civarındadır. Biz de derhal lisans eğitim oranları bu seviyelere getirilmelidir.
Getirilmelidir dedik, çünkü bu biraz da devletin eğitime bütçeden ayırdığı payla da ilgilidir. Bugün Milli Eğitim Bakanlığının 34 milyar TL’lik bütçesi Harvard üniversitesinin bütçesi kadar değildir. Hatta Harvard üniversitesinin bütçesi 40 milyar dolarken YÖK’e bağlı devlet üniversitelerinin toplam bütçesi 11,5 milyar TL’dir.
Anlaşılan o ki kurduğum hayal tam bir ham hayal olarak kalacak. Biz insanlar daha uzunca bir zaman bir kaşık suda fırtına koparacağız. Yetmeyecek insan kalitesi olarak bizden daha üstün olamayanlara kutsallık, yücelik atfetmeye devam edeceğiz. Bir bakıma kölelik düzeni daha çok süreceğe benzer.
16/05/2011
***
12 Haziran seçimleri değerlendirmesi
Nihayet iktidar değişti!..
1908’de iktidara geçen İttihat ve Terakki nihayet 12 Haziran 2011 seçimleriyle tartışmasız bir şekilde yıkılmıştır. İttihat ve Terakki, bunca kafa karışıklığına rağmen yüzde elliye yakın oy alabilmiştir. MHP’nin şiddetin dilini benimsemesi ve son zamanlarda partiyi baraj altında bırakacağı düşünülen kaset skandalları, CHP’nin kabarık suç dosyası ve bozuk genleri, BDP’nin resmen şiddetin partisi olması bu partilere oy veren sağduyulu vatandaşları pek etkilememişe benziyor. Bu açıdan bakıldığında tablo iç açıcı değil.
***
Bu memleketin ruh köklerine yabancı partiler hala nasıl bu kadar oy alabiliyorlar, kabul edilir gibi değil. Yüz seneden fazla ülke insanı üzerinde ruh, kimlik ve kişilik ameliyesi yaptılar, bu kadar da kafa karışıklığı veya çözülme olsun denecektir. Ama hala kolay anlaşılır ya da kolay kabul edilir değildir bu. Çünkü şair “Sen ki hezar bütgedeyi aldın mescid eyledin…” demiştir bir kere.
***
AKP aldığı yüzde elli oyla gerçekten yeni muktedir olmuştur. Kimsenin şüphesi olmasın ki bu iktidar en az yüz sene sürecektir. Bunu nerden anlıyoruz? Kapatma davası Silivri'de görülen askeri cunta partisinden anlıyoruz. İnanıyorum ki Silivri'deki kapatma davası sayesinde artık Türkiye'de Uğur Mumcu'lar, Ahmet Taner Kışlalı'lar, Necip Haplemitoğlu'lar öldürülmeyecek; Danışatay baskınları, Sivas olayları yaşanmayacak.
***
Türkiye’de on yıllarca sular, yokuş yukarı akıtılmıştır. İnsanlık bir daha gördü ki sular yokuş yukarı akıtılamaz. İnanıyorum ki ülkede rayından saptırılan her ne varsa bundan böyle tekrar rayına oturtulacaktır.
***
İslam medeniyetinin ba’sü ba’del-mevti
Yeni dönemde artık Müslümanlar, “durdurulmuş bir medeniyetiz” ya da gayr-ı müslümler, İslam medeniyeti için “ölü” diyemeyecekler. Eğer durdurulduysa ki inanıyorsanız böyledir, İslam medeniyeti tekrar harekete geçecektir, yok eğer ölmüşse o takdirde bir ba’sü ba’del-mevt bekleyelim.
***
Yüz yıl sürecek bu iktidar döneminde hedef yıllık 15 trilyon tl mili gelir olur ve buna ulaşılırsa, teknoloji üreten ve ihraç eden bir ülke haline gelirsek; Müslüman ülkelerdeki sömürü düzeni, cahil bırakma politikaları boşa çıkartılırsa işte o zaman ba’sü ba’del-mevti yaşarız. İşte bu, her şeyden önce İslam’ın büyük sınavıdır.
***
Niçin yıllık 15 trilyon tl milli gelir dedik? Çünkü çıtayı ABD yıllık 12 trilyon dolarla koymuş. O halde biz en az 15 trilyon tl (dolar değil) kadar gayrisafi milli hasılaya ulaşmalıyız. Yüz yıllık bir hedef, neden olmasın? Şu anda gayrisafi milli hasılamız 730 milyar dolar civarında.
***
Seçim beyannamesini cuma namazı saatinde açıklayan CHP
Seçim beyannamesini cuma namazı saatinde açıklayan CHP yüzde 26 aldı. Bence çok aldı. Bu oran neden yüzde 10 değil mesela. Ya da şöyle soralım: Yüzde 26’nın kaçı cuma namazına gidiyor? Benim bir öngörüm yok. Yanlış anlaşılmasın, insanlar akın akın cumaya gitsinler diye bir derdim de yok. Ama arkadaş, ilkokul çocuklarının dahi yapmayacağı bönlükleri de yapmayın artık. Değiştik değiştik diyorsunuz, değişmediğinizi her halinizle ispatlıyorsunuz.
***
MHP’nin seçmenine ne demeli?
MHP’nin seçmeni kimlerin değirmenine su taşıyor? Bunu bilmediklerini sanmıyorum. Ben kasetleri çıkanlar üzerinden eleştiri getirmek istemiyorum. MHP seçmenine gülle benzetmesi yapan yani yuvarlak, köşesiz, iliksiz, usaresiz, kişiliksiz diyen Recai YILDIRIM hakkında ne düşünüyorlar. Bu adam genel başkan yardımcısı. Nasıl iş bu iş? Anlayabilen var mı? Varsa beri gelsin!..
***
Anlaşılan o ki kaset olayı MHP seçmeninde bir aksülamel oluşturmuş. Yoksa bu kadar oy alması zordu. Şimdi komplo teorisi geliştirelim: Demek ki MHP meclise girsin diye MHP’nin içindeki bir grup bu kasetleri servis etti!
***
Hülasa seçimler değişik noktainazarlardan çokça değerlendirilecektir. Şimdilik herkes için seçimlerin hayırlar getirmesini temenni edelim.
***
13/06/2011
***
Bilge Kral Aliya İzzet Begoviç'ten notlar
Unutulmayacak sözleri
"Okumak özgürlüktür."
"Bize saldıranlar, hazreti İsa'nın bütün sözlerini çiğnemişlerdir. Irza tecavüz, masumları katletmek hiçbir dine sığmaz. Onlar cani ve sadece canidir. Bunu aklınızdan çıkarmayın."
(5 Ekim 2002 seçimlerinden önce SDA kongresinde)
"Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın, ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır."19 Ekim 2010
"Nefrete nefretle cevap vermeyin. Bosna için nefret çıkmaz sokaktır. Nefret sadece bizim ruhlarımızı zedelemiyor, Bosna'nın özünü de zedeliyor."
"Bir kelimeyi hiç aklınızdan çıkarmayın:" Devletin ne kadar önemli olduğunu hepimiz idrak etmeliyiz. Devletsiz bir millet boşluğa düşer, rüzgarda savrulup gider."
"İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah'ın önüne hesap verecektir."
"Bu adil bir barış olmayabilir ; fakat süren bir savaştan daha iyidir." ( Bosna savaşını bitiren Dayton anlaşmasını imzalarken )
"Sanat için soyunana alkış tutanlar Allah için giyinene neden zulmeder ?"
Savaş zamanı Aliya İzzetbegovic kentte yürürken Sırplar tarafından bombardıman başlar.Yere yatan bir kadın "-Başkanım yatın lütfen bombardıman başladı" der.Cesaretiyle tanınan Aliya "-Bu düşünülmüş ve uzun bir yürüyüştür" diyerek yürümeye devam eder.
"Okumak özgürlüktür."
"Bize saldıranlar, hazreti İsa'nın bütün sözlerini çiğnemişlerdir. Irza tecavüz, masumları katletmek hiçbir dine sığmaz. Onlar cani ve sadece canidir. Bunu aklınızdan çıkarmayın."
(5 Ekim 2002 seçimlerinden önce SDA kongresinde)
"Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın, ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır."19 Ekim 2010
"Nefrete nefretle cevap vermeyin. Bosna için nefret çıkmaz sokaktır. Nefret sadece bizim ruhlarımızı zedelemiyor, Bosna'nın özünü de zedeliyor."
"Bir kelimeyi hiç aklınızdan çıkarmayın:" Devletin ne kadar önemli olduğunu hepimiz idrak etmeliyiz. Devletsiz bir millet boşluğa düşer, rüzgarda savrulup gider."
"İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah'ın önüne hesap verecektir."
"Bu adil bir barış olmayabilir ; fakat süren bir savaştan daha iyidir." ( Bosna savaşını bitiren Dayton anlaşmasını imzalarken )
"Sanat için soyunana alkış tutanlar Allah için giyinene neden zulmeder ?"
Savaş zamanı Aliya İzzetbegovic kentte yürürken Sırplar tarafından bombardıman başlar.Yere yatan bir kadın "-Başkanım yatın lütfen bombardıman başladı" der.Cesaretiyle tanınan Aliya "-Bu düşünülmüş ve uzun bir yürüyüştür" diyerek yürümeye devam eder.
***
Modern Zamanların Farzlarından Biri Olan İngilizcenin Hilafına
HABER
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, başkent Tahran'da yerli ve yabancı basın mensuplarının hazır bulunduğu bir basın toplantısında soruları yanıtlarken, bir Türk gazetecinin İngilizce soru sorması üzerine Türkçe konuşmasını istedi.
Ahmedinejad, Türk televizyonu muhabirinin İngilizce soru sormasına, "Türkçe konuş ben de anlayayım buradaki herkes de anlasın. Türkiye'den gelmişsin İngilizce konuşuyorsun" diyerek şaka yaptı.
İran Cumhurbaşkanı, söz konusu muhabirin sorusunu cevapladıktan sonra gülümseyerek iki kez Türkçe "sağ ol" diyerek muhabirle vedalaştı.
Fars kökenli olan Ahmedinejad, İran'ın iki Azeri şehri olan Türkiye sınırındaki Maku ve Hoy'da kaymakamlık ve bir diğer Azeri ili olan Erdebil'de valilik görevlerinde bulunmuş. Ahmedinejad'ın Türkçe öğrenmesindeki ana etken bu şehirlerde yaptığı yöneticilik olmuş. Ahmedinejad, geçen yıl İstanbul'da yaptığı bir basın toplantısında da tercüman krizi yaşanınca kısa süreliğine Türkçe konuşmuştu.
HABER-YORUM
Ahmedinejad diyor ki İngilizceden bize ne? İslam medeniyeti dairesinde yaşayan milletler Arapça, Türkçe ve Farsça öğrenseler /konuşsalar İngilizceye gerek kalmayacak.
Aslında biz savaşı kaybetmişiz. Herkeste bir İngilizce öğrenme sevdası... Bu nereye kadar sürecek böyle. Efendim tüm dünya İngilizce konuşuyor, denecek. Bu, bence büyük bir yalan, yutturmaca.
Milliyetçiler, vatanını, milletini, dilini, dinini her şeyden ve herkesten, kendinden bile çok sevenler nerdesiniz? Bu hususta söylenenler işinize mi gelmiyor? Ben diyorum ki gelin önce Türkçeyi adamakıllı öğrenelim. Bunu ancak Osmanlıca (doğrusu Osmanlı Türkçesidir) öğrenerek yapabiliriz. Sonra Arapça ve Farsça öğrenelim. Tabii tarihten getirdiğimiz misyon gereği ağabi konumunda olduğumuz için Türkçe, bu dillerin içinde ilk sırada bir önemi haiz olacak.
Şu anda bile Avrupa'da oradaki işçilerimiz nedeniyle çok konuşulan diller arasındadır dilimiz. Balkanlarda bugüne kadarki müktesebatımız göz önüne alınır ve akıllı politikalar uygulanırsa oradaki okullarda da Türkçe öğretilmemesi gibi bir durum olamaz. Arap ve Fars coğrafyasında Türkçe öğretilmesi hususunda ibre tamamen lehimizdedir. Türkî Cumhuriyetlerinde de zaten İstanbul Türkçesinin öğretilmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Bu düşünceler uzun zaman gerektirse dahi hayata geçirilmeyecek düşünceler değil. Bu ve benzeri düş/düşünce/ler hayata geçirildiğinde dünyanın büyük bir kısmında belki Türkçe konuşulmayacak ama Türkçeyle meram anlatılabilecek.
Antrparantez şunu belirmeliyim: Hacca gidenlerin farklı ülkelerden gelenlerle tek kelime anlaşamamaları bizim müslümanlığımıza oldukça halel getirmektedir. Galiba biz, müslümanlığımızla da sadece kendimizi kandırıyoruz. Bu ne garabettir? Aynı inanca sahip olan insanların asgari birkaç cümle kuramamaları oldukça kahredici olsa gerek.
Tekrar sadede gelirsek kendi dilini dahi konuşmaktan aciz İngilizce öğretmenlerinin bir misyoner gibi (tabii hepsi için demiyorum) zararlı faaliyetlerde bulunarak çocuklarımızın zihnini iğdiş etmelerinin önüne ancak İngilizcenin politik bir silah olduğu gerçeğini farkederek geçebiliriz, diyorum.
Esasında tahmin edilenden çok daha etraflı ve şümullü bir problemle karşı karşıyayız. Bu cümleden olarak denecek ki ilmi batılılar üretiyor, mecburen İngilizce öğrenilmeli. Hemen bunun da bir yalan olduğunu söyleyelim. Bunun doğru olduğunu farz etsek dahi bu, bir avuç üniversite akademisyeni için cari bir gerçekliktir. Ayrıca zihniyetimizi değiştirmezsek ilanihaye sürüp gidecek bir gerçeklik.
Hülasa kafaları derhal değiştirmemiz lazım. İlmi bizim, Türkçeyle üretmemiz oldukça elzemdir. Hemen soralım, bunun için bir mani bulunmakta mıdır? El-cevap: Bunun için bir mani bulunmamaktadır veya tek mani biziz; tembelliğimiz, uyuşuk zihnimiz, korkularımız, ideolojik açmazlarımız kısaca tüm beyinsizliklerimiz. sb 2012
Test sistemi ve ortaöğretim
Orta Doğu Teknik Üniversitesinden ismini hatırlayamadığım bir hoca Sami Baklacı Anadolu Lisesi’nde üniversiteye hazırlanan öğrencilere şu öğütleri veriyordu: Çocuklar bir test sorusunun kaç cevabı vardır? Öğrenciler hep bir ağızdan “bir” diye cevaplandırıyor soruyu. Hoca devam ediyor, beş şıklı test sorusunun doğru cevabının dışındaki şıklar nedir? Öğrenciler gene hep bir ağızdan yanlış cevap diyorlar. Hoca, o şıkların yanlış cevaplar olmadığını başka soruların doğru cevapları olduğunu söylüyor. Tabii herkeste bir şaşkınlık… Hoca devam ediyor, çocuklar dershanelere kucak kucak para dökmenize gerek yok. Soruların doğru cevapları dışındaki şıklara soru hazırlayın. Bunu yaparsanız çok zevkli, eğlenceli bir öğrenme süreci geçirmiş olursunuz, hem de istediğiniz fakülteyi rahatlıkla kazanırsınız.
***
Tabii bu kuru bir iddia değil. Denemesi bedava. Fakat alışkanlıklarımızdan vazgeçmemiz kolay değil. Önce dershanelere kucak kucak para dökeceğiz sonra ne idüğü belirsiz test sistemini anlamadan, bilmeden ezberleyeceğiz, sonra da başarı gelsin diyeceğiz. Başarı şüphesiz gelecektir ama hiçbir zaman esaslı bir başarı olmayacaktır.
***
Uzun zaman önce TRT 2’de Galatasaray Lisesi son sınıf öğrencilerine tesadüf etmiştim. Çiçeği burnunda bir edebiyat öğretmeni olmama rağmen benim kullandığımdan daha geniş kelime kadrosuyla konuşuyorlardı. Ayrıca orada dikkatimi çeken, öğrencilerin üniversite sınavlarına çalışmadıklarını belirtmeleriydi. Buna rağmen bu lisenin öğrencilerinin Türkiye’de en iyi fakülteleri kazandıkları da hepimizce malum. Peki, ne yapıyor bunlar da en iyi yerleri kazanıyorlar, denecektir. Gidip incelemiş değilim ama bizim yaptığımızı yapmadıkları kesin. Öncelikle düşünme, tahlil etme, kılı kırka yarma öğretiliyordur. Bu yolla sallabaş adamlar değil hakkını arayan, cedel kabiliyeti olan başarılı bireyler yetiştirdiklerini düşünüyorum
***
Yıllardır ‘test çözen, tost yiyen’ düşünmekten uzak, düşünse bile düşündüğünü yazmaktan ya da konuşmaktan aciz öğrenciler yetiştiriyoruz ve bunları topluma salıyoruz. Beni üzen, öğretmenlerimizin kahir ekseriyetinin (belki de böyle bir sistemin mamulü oldukları için ) bu sisteme çanak tutması.
***
Öğretmenlerimizin bazılarının bu sistemden özel dersler sebebiyle nemalandıklarını biliyoruz. Ama büyük çoğunluğun böyle bir durumunun olmamasına rağmen sistemi eleştirmemeleri, dolayısıyla bu sistemin devamından yana tavır takınmaları tuhaf ve komik bir durum. Eleştirisini yaptığım sistemle seçilmiş öğretmenden de çok şey beklemek ne kadar doğru bilemiyorum.
***
Eğitim camiası mensuplarının çok iyi bildikleri bir husus vardır. Bizde sayısal derslerin müfredatları, gereğinden fazla abartılıdır. Lisede gösterilen konuların birçoğu Avrupa’da üniversitelerde okutulmaktadır. Biz milletçe biraz gösteriş meraklısıyızdır. Çocuklarımız matematiğe biraz mütemayilse dünyalar bizim olur. Sanki matematiğin ve diğer sayısal derslerin haricindeki derslerin hiçbir kıymet-i hayatiyeti yoktur. Bu çok yanlış bir tutumdur.
***
Geçenlerde özel dersleriyle maruf bir eğitim camiası mensubu espri yapmaya kalktı. Ne espriydi ama! Muhatabına resmen hakaret etti. Ben hakaret etti dedim ama siz ‘küfretti’ anlayın. Şimdi bu adam dili bilmiyor, konuştuğu dile ihtimam göstermiyor, buna gerek de duymuyor. Bu çalışan, çarpık sistem sayesinde eğitim camiasında en çok parayı kazanırken hakikatte fayda namına tek bir değer üretmezken öğrencileri düşündürmeye çalışan, onların gerçek anlamda birey olmasını sağlayan bir avuç eğitim çalışanı olarak bu durumdan kendi hesabıma oldukça şikayetçiyim. Ama elden ne gelir. Belki kısa vadede bir şey gelmez ama ‘uzun vadede doğru daima galip gelecektir.’
***
Türkiye’de test sistemini tarihin karanlık dehlizlerine göndermek aslında çok zor değil.Zaten halihazırda üniversitelerin her yıl 700 bin küsur kontenjanları var. Bunun her yıl 500 bin küsuru dolmakta. Eğer hukuk ve tıp fakültelerini bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi ikinci bir üniversite olarak okutursak üniversiteye öğrenci yerleştirme sorununu rahatlıkla halletmiş oluruz. Böylece üniversiteye giriş sınavı kalkacağı için liseler asli vazifelerine döneceklerdir.
***
Kısaca o asli vazifeye yer verip bitirelim. “Ortaöğretimin amacı; öğrencilere asgarî ortak bir genel kültür vermek, birey ve toplum sorunlarını tanıtmak ve çözüm yolları aramak, ülkenin sosyo-ekonomik ve kültürel kalkınmasına katkıda bulunacak bilinci kazandırarak öğrencileri ilgi, yeti ve yetenekleri doğrultusunda yükseköğretime, hem yükseköğretime hem mesleğe veya hayata ve iş alanlarına hazırlamaktır.”
08/06/2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder