Haddimi aşan bir eleştiri
Mustafa İslamoğlu şöyle diyor bir mülakatında: "Merhum Esad Coşan Hocamız, gerek ... Hocamız, gerek daha isimleri bilinmeyen bir sürü, bir yığın insan bu süreçlerde rahatsız edildi, taciz edildi."
Bu cümlede bir sürü bir yığın insan ifadelerinde bahsettiği insanlar değerli kıymetli insanlar olduğundan onlar için sürü ve yığın kelimeleri kullanılmamalıydı.Şöyle denebilir: ...daha isimleri bilinmeyen birçok kıymetli insan...
Bu arada İslamoğlu'nun Türkçeyi en doğru kullanan kalemlerden biri olduğunu söylemeliyim. Aksi kadirnaşinaslık olur.Kendisinden birçok kelimenin etimolojisini öğrendiğimi belirtmeliyim. Onlardan biri din kelimesi. Bir başka yazıda da dinle medeniyet kelimesinin nasıl aynı anlam alanıyla ilgili olduklarını açıklamak isterim. sb 24/05/2011
***
İsmet Özel'in Kürt milliyetçiliği olgusuna dair tespiti
Kürt milliyetçiliğini doğuran bütün etkenler Türk milliyetçiliğinden kaynaklanmıştır.Bir başka deyişle ortada Türk milliyetçilerinin Kürtlere karşı bir önyargısı ve bu yargıdan kaynaklanan davranışları olmasaydı Kürt milliyetçiliği denen bir olgu da çıkmazdı ortaya. Burada Kürt milliyetçiliğinin doğruluk veya yanlışlığından öte onun doğal bir anti-tez olduğundan bahsediyorum.
***
İhsan Eliaçık’tan notlar…
İstiklal Marşı’mızda Türk kelimesi geçemez. İstiklal Marşı’na baktığımızda Akif ısrarla “Türk” kelimesini kullanmıyor. Bu tutum Akif’in “millet” anlayışından kaynaklanıyor. Akif’in “millet” anlayışı “ümmetçi” bir anlayıştan ziyade –onu da içine alan- “İmparatorluk milleti” anlayışıdır.
Irk kelimesi Akif’te ecdat anlamındadır. Akif’in zihin dünyasında ırk, yakın ve uzak geçmişteki “ecdad” manasındadır. Nitekim ırk, ırak (uzak) ile aynı köktendir.
Vatan da önce “köyün meydanı” demekti ve genellikle köylüler kullanırdı.
Şu mısralar ise Akif’in “yurt”tan ne anladığını gösterir:
“Selahattin Eyyübilerin Fatihlerin yurdu
Ne zillettir ki çan inlesin beyninde Osman’ın
Ezan sussun, göklerden silsin zikri Mevlâ’nın”.
Ne zillettir ki çan inlesin beyninde Osman’ın
Ezan sussun, göklerden silsin zikri Mevlâ’nın”.
Bu mısralarda kullanılan “yurt” Selahattin Eyyübilerin ve Fatihlerin bulunduğu yer, “ırk” ise Selahattinlerin, Fatihlerin içinde bulunduğu bir köktür. Malumunuz olduğu üzere Selahattin Eyyubi Anadolu’da değil, Suriye, Mısır ve Kudüs’te bulunmuştu. Köken itibariyle de Türk değildi. Bu farklılıklara rağmen Akif, Selahaddin ve Fatih’in bulunduğu her iki yere birden “milletin yurdu”, “milletin tarihsel kökü” tabiriyle de ırka işaret etmiştir. Dolayısıyla “ırk” kelimesinden etnik kökeni çıkaramayız.
İstiklal Marşı, Türkiye’nin ideolojisini değil, ontolojisini temsil eder. Yani varoluş manifestosudur. Bu millet için dünyada var kalmanın şartlarının neler olduğunu, bunun nasıl sağlanacağını beyan ediyor.
“Zaferler korkularını yenmiş milletlerin işidir” İstiklal Marşı, “korkma” diye başlar. Ama biz birimizden korkar hale geldik. İçeride düşman aramamamız lazım. Önce devlet ve başı korkmayacak. Kendisine güvenecek. Bu perspektiften baktığınızda Kürt meselesini ve başörtüsü sorununu çözmek gayet kolaydır.
***
Siz,demiş; tıpkı patatese benziyorsunuz
Geçmişiyle övünmek çok yaygındır dünyada; özellikle de bizde babasıyla, dedesiyle, sülalesiyle övünüp durmaktan kendini alamayan ne kadar tanıdık vardır.
* * *
Buna, ilkokuldan başlayan “şanlı tarihimiz”le övünme plaklarıyla, “tabusal ezberleri” de ekleyebilirsiniz.
* * *
Yine bir gün üst düzey bir “mevki sahibi”, sülalesiyle övünüyor:
-Dedemin dedesi bir Plevne kahramanı, annemin dayısı da Dumlupınar’da topçu taburu komutanıydı, diyormuş.
* * *
Kendisini dinleyen ünlü nüktedanlardan biri:
-Siz, demiş; tıpkı patatese benziyorsunuz.
* * *
“Mevki sahibi”, damdan düşercesine yapılan böyle bir benzetme karşısında birden afallamış:
-Nasıl yani, demiş.
-Patatesin de, toprak altında kalan kısmı değerlidir sadece.
Buna, ilkokuldan başlayan “şanlı tarihimiz”le övünme plaklarıyla, “tabusal ezberleri” de ekleyebilirsiniz.
* * *
Yine bir gün üst düzey bir “mevki sahibi”, sülalesiyle övünüyor:
-Dedemin dedesi bir Plevne kahramanı, annemin dayısı da Dumlupınar’da topçu taburu komutanıydı, diyormuş.
* * *
Kendisini dinleyen ünlü nüktedanlardan biri:
-Siz, demiş; tıpkı patatese benziyorsunuz.
* * *
“Mevki sahibi”, damdan düşercesine yapılan böyle bir benzetme karşısında birden afallamış:
-Nasıl yani, demiş.
-Patatesin de, toprak altında kalan kısmı değerlidir sadece.
Nasreddin Hoca’ya sormuşlar:
-Hoca, “devlet”in çeteye dönüştüğüne sık rastlanıyor günümüzde; acaba “çeteler” de, devlete dönüşüyor mu?
* * *
Hoca:
-Onu, demiş; “inkılap tarihçileri”ne sor sen, yanıtını en iyi onlar bilirler.
* * *
Hoca:
-Onu, demiş; “inkılap tarihçileri”ne sor sen, yanıtını en iyi onlar bilirler.
Baba Altan "Balyoz davası" özelinde Ergenekon davasına gönderme yapıyor: “-Ne oldu bizim katı yumurtayla, poğça” diyecek
Politikacının biri, doktora gitmiş:
-Doktor, demiş; bende “tenya”, barsak kurdu var, ne yapacağımı bilemiyorum.
* * *
Doktor:
-Kolay, demiş; 20 gün süreyle her sabah, “anüs”ten katı bir yumurta ile bir poğça vermeye çalışın barsak kurduna.
* * *
Politikacı:
-Yoksa sen de ahlaksız, rezil, namussuz bir deyyus musun doktor, demiş; neler söylüyorsun?
* * *
Doktor:
-Söylediklerim saçma gibi görünebilir ama, hele siz bir deneyin, demiş; “anüs”ten katı bir yumurtayla bir poğça verin bağırsağınızdaki kurda, 20 gün süreyle her sabah ve sonra birden kesin yumurtayla poğça vermeyi.
* * *
Politikacı:
-Bir türlü anlamıyorum, ne yapmak istediğinizi, diyormuş.
Doktor:
-Anlayacaksınız, demiş; 21’inci gün, katı yumurtayla poğçayı kestiğinizde, barsak kurdunuz kıçınızdan çıkacak ve:
“-Ne oldu bizim katı yumurtayla, poğça” diyecek.
Siz de, hemen bir balyozla ezivereceksiniz kurdun kafasını, fena mı?
-Doktor, demiş; bende “tenya”, barsak kurdu var, ne yapacağımı bilemiyorum.
* * *
Doktor:
-Kolay, demiş; 20 gün süreyle her sabah, “anüs”ten katı bir yumurta ile bir poğça vermeye çalışın barsak kurduna.
* * *
Politikacı:
-Yoksa sen de ahlaksız, rezil, namussuz bir deyyus musun doktor, demiş; neler söylüyorsun?
* * *
Doktor:
-Söylediklerim saçma gibi görünebilir ama, hele siz bir deneyin, demiş; “anüs”ten katı bir yumurtayla bir poğça verin bağırsağınızdaki kurda, 20 gün süreyle her sabah ve sonra birden kesin yumurtayla poğça vermeyi.
* * *
Politikacı:
-Bir türlü anlamıyorum, ne yapmak istediğinizi, diyormuş.
Doktor:
-Anlayacaksınız, demiş; 21’inci gün, katı yumurtayla poğçayı kestiğinizde, barsak kurdunuz kıçınızdan çıkacak ve:
“-Ne oldu bizim katı yumurtayla, poğça” diyecek.
Siz de, hemen bir balyozla ezivereceksiniz kurdun kafasını, fena mı?
Çetin Altan
***
Sunay Akın'ın Şeref Özsoy'la yaptığı röportajdan
Şeref Özsoy: Orhan Veli'yi en iyi anlatan şiir ise, Halim Şefik'in OTOPSİ'sidir:
Morgta açılınca kafatası
Doktor beyler beyin gördüler
İndirince ten kafesine neşteri
Doktor beyler yürek gördüler
Yürekte ne gördüler dersiniz
Yürekte memleket gördüler
Dünya gördüler
Bir de dost gördüler
Ama bu işte doktor beyler
Doğrusu geç kaldılar
Çok geç kaldılar
Sunay Akın - Yahya Kemal, Orhan Veli ve Oktay Rifat'ı "cahil ve geri kimseler" diye tanımlar. Necip Fazıl Kısakürek de, Orhan Veli'nin ölümünden sonra yazdığı bir yazıda şairi "hazin ve basit" olarak göstermeye çalıştı. Orhan Veli'ye saldırılar günümüzde de devam ediyor. Oysa, bir yumurta gibi O'nunla tokuşturulmaya çalışılan Cemal Süreya, Orhan Veli'nin şiirinin altında düşünmenin, şiir adına yapılacak en kötü faşizm olduğunu söylemişti...
Şeref Özsoy - Vedat Günyol Köy Enstitüleri'ni gezdikten sonra, köylü uyanırsa bazı insanlara ekmek parasının kalmayacağını anlamış. Şiirde de böyle olmuştur. Orhan Veli şiiri salondan sokağa çıkarınca "Şair-i Azam"ların, "üstat"ların balkabağına dönüştüğü görülmüştür.
Sunay Akın - Şiir arenasına bakan localarında oturup, şairlerin kapışmasını seyretmek heveslileri Orhan Veli ve Nazım Hikmet'i de karşı karşıya getirmek istemişlerdi...
Şeref Özsoy - Arenadaki iki gladyatör neden savaşır ki? Oysa arenaya aynı koridordan çıkmışlardır. Orhan Veli bu koridorda Nazım için açlık grevi yapmış, Nazım Hikmet ise cebinde Orhan Veli'nin şiir kitabını taşımıştır. Yani iki gladyatörün sadece arenadaki dakikalarını biliyorsanız onların kavga ettiklerini zannedersiniz.. Oysa arena dışındayken aynı sofrada otururlar, aynı yolda yan yana ve kol kola yürürler.. Ayrıca arenanın koltuklarında oturur da onları izlerseniz, çevrenizdeki gürültülerden Nazım'ın Orhan Veli'ye "oğlum" diye seslendiğini de duyamazsınız..
***
Geçen kim, geçtiğimiz ne?
Gene bir dil yanlışıyla karşı karşıyayız. Geçtiğimiz gün, geçtiğimiz hafta veya geçtiğimiz yıl gibi ifadeler kullanırız ara sıra. Ama bunu hep belli bir yaşın altındakiler yapar. Söz gelimi biraz dikkat ettiğinizde 50 yaşın üstündekilerin ‘geçtiğimiz’ demediklerini görürsünüz.
Doğru kullanım ‘geçen gün’ ‘geçen hafta’ veya ‘geçen yıl’dır. Neden? Geçip giden biz değiliz, geçip giden gündür, haftadır veya yıldır. Yani dünya dönmektedir, üstelik süratle dönmektedir. Bu durumda sizin hızınız akan zamanın hızından daha süratli olmalı ki onu geçebilesiniz. Bu ise hiçbir zaman mümkün değildir. Yani halden istikbale geçiş söz konusu değildir. O halde geçen gün, hafta, ay veya yıl demeliyiz. Zira geçen biz değil geçilen bizizdir.
Hamiş 1: İlham kaynağımı vermezsem intihal suçu işlemiş olurum. Bu meseleyi yanılmıyorsam ilk olarak 2002’de Nejat Muallimoğlu’nun ‘Türkçe Bilen Aranıyor’ adlı eserinde okumuştum. Şimdi sözüm şu, kaynak göstermeden bu yazıları kullananlara veyl olsun.
Hamiş 2: ‘Galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır’ deyip ‘geçtiğimiz gün, geçtiğimiz hafta’ gibi ifadelerin kullanılmasında bir beis olmadığını söyleyecekler olabilir. Onlara diyorum ki ‘galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır’ sözü bir yanlışı eğer o yanlışın doğrusunu bilmiyorsan kullanabilirsin anlamındadır. Yani hak gelince batıl zail olur. Bir kelimenin veya ifadenin doğrusunu öğrendiğimizde yanlışını süratle terk etmeliyiz. Zira Üstat Cemil Meriç’in dediği gibi ‘Kamus namustur.’ veya Heidegger gibi söylersek ‘Dil düşüncenin evidir.’ Biz o evde oturduğumuza göre oturduğumuz evlere azami ihtimamı göstermeliyiz.
Sb 04/06/2010
Allah'ım bunlar nasıl cümleler böyle...
Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak
Halbuki; Biz sussak tarih susmayacak
Tarih sussa hakikat susmayacak
Onlar sanıyorlar ki,bizden kurtulsalar mesele kalmayacak
Halbuki; Bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar
Vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar
Tarihin azabından kurtulsalar, Allah'ın gazabından kurtulamayacaklar
Sezai Karakoç
Halbuki; Biz sussak tarih susmayacak
Tarih sussa hakikat susmayacak
Onlar sanıyorlar ki,bizden kurtulsalar mesele kalmayacak
Halbuki; Bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar
Vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar
Tarihin azabından kurtulsalar, Allah'ın gazabından kurtulamayacaklar
Sezai Karakoç
***
Nazım'dan...
Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar.Nazım(Büyük taarruz 2)
Ama arkadaşlık ağaca benzer kurudu mu yeşermez artık.Nazım(İstanbul’dan mektup)
***
Amak-ı Hayal’de Şehbenderzâde Filibeli A. Hilmi ne anlatıyor?
Raci isminde genç bir şahsın tırlatması mevzuu bahis ediliyor.Raci materyalist bir dünyada her şeyi iyiden iyiye anlamaya çalışan tecessüs sahibi biri.Filibeli, Raci’nin hususi ve biraz da uçuk hikayesiyle zamane gençlerine bir şeyler anlatmanın peşinde. Onu meczup, bir başka bakış açısıyla evliya/ermiş bir kişi olan Aynalı’yla tanıştırıyor. Bu tanışmanın sayesinde Raci bilmediği mistik alemlere kulaç atmaya başlıyor ve benim anladığım kadarıyla hiçlik mertebesine iltica ediyor.
Filibeli bu sonuçla hangi mesajı vermeye çalıştı tam olarak anlamış değilim. Benim tahmin ettiğim kadarıyla her şey izafidir demeye getiriyor Filibeli ve bununla da Allahsız ve kitapsızların azcık da olsa insanın acziyetini/hiçliğini görmelerini sağlayarak mukaddeslere biraz olsun müspet bakmalarını sağlamak oluyor.Hiç de küçümsenecek bir şey değil bu.
Gene anladığım kadarıyla Filibeli yobaz değildi. Hakikat denilen şeyi tek bir zaviyeden görmüyor ve hakikatin birilerinin inhisarında olduğunu da düşünmüyordu. Fakat Filibeli’nin sanatkar olmadığını söylemekte fayda görüyorum naçizane. Farz-ı misal sanat kudreti bir Dostoyevski, bir Tolstoy mesabesindeki Ahmet Hilmi bu birikimiyle kafaları karışık veya yoldan çıkmış birçok kişiye ışık sunabilirdi.
Sadhayf, genç yaşta bakırdan zehirlenerek -Ekim 1914’te- vefat etmiş. Türkiye’de masonluk-farmasonluk tehlikesini ilk ele alanlardan biri olduğu için, bu yüzden kendisine düşman olanlar tarafından zehirlendiği rivayeti yaygındır.
Sb 17.01.06 02:08
***
İnternet ve internetteki kısıtlama üzerine
Malum olduğu üzere çağımız bilgi-iletişim çağıdır. Eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bu durumu '3K' ile vurgular. 1.K tarım toplumlarındaki ‘kas’ı, 2.K sanayi toplumlarında ‘kasa’yı, 3.K ise bilgi toplumlarında ‘kafa’yı ifade eder. Gerçi buna 4.K’yı da eklemek lazım. O da ehemmiyetini hiçbir zaman yitirmeyecek olan 'Kalp'.
3.K döneminde olduğumuza göre bu dönemde internetin, bir devlet hizmeti olarak su ve elektrik gibi tüm evlerde zorunlu olarak var olması gerektiği açık. Nitekim bazı Avrupa ülkelerinde mesela Finlandiya’da internetin her evde bulunması yasal zorunluluktur.
Bizde internetin önemi hala tam olarak kavranabilmiş değil. Her eve internetin bir vatandaşlık hakkı olarak girebilmesi için evvela ekabir takımının bu işin bilincinde olması lazım. Seçim bildirilerinde vaatlerin ardı arkası kesilmezken bu konuda herhangi bir vaadin verilmemesi ilginç. Demek ki biraz önce de söylediğimiz gibi bu konuda henüz bilinç oluşmamış. Saniyen yasal düzenlemelerin yapılıp vergi yükü düşürülmesi gerekir. Salisen çok uygun fiyatlara kota aşımsız en az 4 veya 5 cigabaytlık internet paketi her aileye zorunlu olarak verilmelidir. Bu sayede insanlar bilgiyle dolayımsız, direkt bir bağ kurabilmeliler.
Gelelim internette kısıtlama meselesine. Bunun isteğe bağlı olmasından yanayım. İnsanlar aylık kullanacakları internet paketlerini filtreli ya da filtresiz şekilde kullanacaklarına dair beyanatta bulunabilmeliler. Filtre meselesi de bu şekilde halledilecektir.
İnternette filtre meselesini 20 Mayıs 2011 tarihli Hürriyet’te çıkan bir haberle irtibatlandırmak istiyorum. Önce habere bakalım: Amasya bu utanç vakasıyla çalkalanıyor! 7 çocuğun erkeklere pazarlanmasının utancını yaşayan Siirt’ten sonra benzer bir olay Amasya’da ortaya çıktı. 13 yaşındaki kızı pazarlayan kadın ile biri bürokrat 8 kişi tecavüzden tutuklandı…D.K., 21 Mart’ta polise verdiği ifadede, iki yıl önce kendisine dayısı H.A.’nın tecavüz ettiğini ancak korktuğu için bunu kimseye söyleyemediğini anlattı. Kız ifadesinde şöyle dedi: “Bundan 1.5 ya da 2 yıl kadar önce annemler gezmeye gittiklerinde şu an askerlik görevini yapmakta olan dayım H.A. bana tecavüz etti. Bağırdım ama kimseye sesimi duyuramadım. Korktuğum için kimseye bir şey söylemedim.”
Bu haberi okuduktan sonra herkesin yüzünü ekşittiğini hissediyorum. Latin bir yazar Terence şöyle diyor: “İnsanım, insanla ilgili hiçbir şey bana yabancı değil.” Lütfen bu tür haberleri hep kendimizin dışında görmeyelim. Bu tür bir iğrençlik bizden fersah fersah uzak olsa bile bir yakınımız veya bilmediğimiz, tanımadığımız kapı komşumuz böyle bir sapıklık yapabilir. Anlatmak istediğim;
***
Bakın Hüseyin Çelik ne diyor
İnsanlığın '3K' döneminden geçtiğini ifade eden Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'e göre "Tarım toplumlarında kas, sanayi toplumlarında kasa önemliydi, bilgi toplumlarında kafa önemlidir.
Buna galiba dördüncüsünü de eklemek lazım '4K' o da kalp olsa gerek.
***
Bir dil yanlışı münasebetiyle…
“Bu ülkede kadın olmak zor, cüretkâr bir kadın olmak daha da zor” diye başlıyor Ayşe ARMAN 31/05/2011 tarihli yazısına. Yazı şöyle devam ediyor: Ya “ortalama” bir yol tercih seçip, kurallara bağlı kalacaksın, o zaman “saygın” olacaksın ya da kuralları kabul etmeyeceksin, “Benim kendi kurallarım var!”diyeceksin ve yaylım ateş altında kalacaksın.
Biri bize “ortalama” bir yol tercih seçip, ifadesinin ne menem bir şey olduğunu anlatsa diyorum. Tercih, zaten seçmeyle ilgilidir. Bunu açıklamaya gerek duymak bile komik. Türkçede tercih yap-(mak) veya tercih et-(mek) birleşik fiilleri vardır. İki şeyden birini tercih etmen istendiğinde tercih et-(mek) fiilini kullanırsın veya üniversiteler arasında tercih yaparsın. En doğrusu uzatmadan ifadenin doğru şeklini yazalım: “ortalama” bir yol tercih edip…
Ayrıca TDK’yı otorite olarak alacak olursak zarf-fiil eklerinden sonra virgül de koymamamız lazım. Yazar ne yapmış “ortalama” bir yol tercih seçip,” demiş. Yani zarf-fiil eki –ip’ten sonara virgül koymuş.
İşin doğrusu insan şaşırıyor. Türkiye’nin en önemli gazetelerinden birinde yazan bir yazar ortaokul talebesinin yapmayacağı hataları yapıyor.
Geçenlerde habervaktim adlı haber sitesinde Arzu ERDOĞRAL isimli bir yazar aynen şöyle diyor: “… dünyadan bir haberler…” doğrusu mezkur şahıslar için “dünyadan bihaberler” demesi lazımdı. Bilindiği gibi bî- Farsçada kelimelerin başına getirilen olumsuzluk ekidir. Habervaktim sitesinde çamdeviren mahlasıyla haberlere ve köşe yazılarına ara ara yorum yaparım. Bahsi geçen yazarın yazısına yaptığım eleştirel yorumu nedense yayınlamadılar.
Ne diyeyim William Shakespeare gibi söylersek “Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e.” Biz bu mısrayı “Değil mi ki cahiller alim olmuş ülkede ve her bir köşe başını tutmuşlar.” Ya da en güzeli “Kel Memiş, gelmemişe döndü cihane sad-hayf” deyip geçelim.
31/05/2011
**
Soyismiyle müsemma şair ne demiş, yazık!..
‘Gelenekten payıma zırnık düşmemiştir. Metin Eloğlu
***
sanat ve gerçek
‘Sanat, gerçek değildir, bize hakikati anlamayı öğreten bir yalandır’ Picasso
“Bir akvaryumu yazmak, akvaryumda yaşamaktan kolaydır; bu yüzden her dize biraz eksik, her şiir biraz yalandır...” Zira, aslolan hayattır! Yılmaz Odabaşı
***
"Kuranın hafızı değil muhafızı olmak lazım."
Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde şöyle bir hadise nakledilir: Hz Ömer halife iken yaşlı sahabelerden Ebu Musa El- Eş’ari Şam’da validir. Müslümanların çocukları Kuran okumaya, Kuranı hıfzetmeye başlarlar.Ebu Musa El- Eş’ari de vali olarak onların ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Derken sayı artar ve ihtiyaçları karşılamada zorluk çekilir. Vali durumu halife Hz Ömer’e bir mektupla iletilir. Fakat Hz Ömer valinin bu mektubuna cevap vermez. Vali ikinci bir mektup yazar ve Hz Ömer’den şöyle bir cevap gelir: "Ey vali, çocukları kendi haline bırak. Korkuyorum ki bu ümmet Kuran’ı anlamak yerine Kuran’ın hıfzıyla meşgul olacak."
***
Kaç Üniversite bitirmeliyiz!
Bir soru cümlesini ünlemle bitirdik. Bu hayra alamet değil. Artık sorular bile adamakıllı sorulmuyor demek ki! Bakın bir ünlem daha. Bu ne demek oluyor? Dostlar, bu öyle bir şey ki artık yepyeni dünyaya doğru eviriliyoruz. Bütün değer yargıları, alışkanlıklar altüst oluyor. Söz aramızda iyi de oluyor. Ne kadar çok –yor dedim değil mi? İnşallah kakofoni oluşturmuyoruzdur. Neyse bu kadar hamiş yeter. Aman Allah’ım, yazıya başlamadan hamiş kullanana da hiç rastlamamıştım! Aha bir ünlem daha. Hadi niçin kullandığımı belirteyim, dalga geçmek için. Kendiyle dalga geçebilenlere selam olsun.
Gelelim sadede, saadete değil sadede.Merhum Demirtaş Ceyhun, Ulusal Kanal’da üç-beş yıl önce şöyle demişti. Bir üniversite talebesi, profesöre şöyle bir soru tevcih etmiş: Hocam, entelektüel olabilmemiz için kaç üniversite okumamız lazım? Profesör hiç duraksamadan üç demiş, ardından eklemiş: Tabii üçünü de sen değil. Birini büyük baban, birini baban birini de sen okuyacaksın.
Bu cevaba anneler kızabilir. Bu durumda cevabı anneleri de kapsayacak şekilde genişletebiliriz.
Gerçekten de büyük annelerinin dahi üniversite okuduğu nesillerin yaşadığı bir Türkiye’de neler tartışılacak, mili gelir nerelerde olacak, mesela 72 milyonluk ülkemizde 25 bin tiyatro koltuğu 225 bine çıkacak mı, yoksa bir yerlerde bombalar patlamaya devam mı edecek?
Bu sorular uzar gider. Tabii gönül ister ki her şey daha güzel olsun. Ama salt temennilerle de peynir gemisi yürümez. Öyleyse biz okuyarak sorumluluğumuzun bilincinde olarak yalnız kendimiz için okumuş olmayacağız, tabiatıyla kendi sulbümüzden gelenlerin eğitimine de katkı vermiş olacağız.
Burada iddiamız, kişioğlunun eğitiminin büyük babaların ve büyük annelerin eğitimiyle başladığıdır. Yalnız bu iddia, ülkemiz dikkate alındığında müthiş bir gerçeklik duvarına toslatır bizi. Hakikaten bu ülkede anne babaların dahi büyük bir kısmı yalnızca ilkokul mezunudur. Fakat bu bizi yeise sürüklememelidir. Çünkü eğitimin, öğrenmenin yaşı yoktur. Ayrıca hem kendimiz hem de sonraki nesiller için değişime ve gelişime daima açık olmalıyız ki bizden sonrakiler daha mutlu mesut hayat sürebilsinler.
Sb 28/05/2011
***
"Yenik Serçe" şairi Yılmaz Odabaşı'nı tanıyalım mı?
Yılın sonuna (12 Eylül referandumu 2010 ) doğru yaşadığım ülkede askeri vesayetle sivil vesayetin bilek güreşinde sivil vesayeti tercih edip referanduma "yetmez ama evet”dediğim için başta Kürt medyası olmak üzere (Bölgesel Günlük Gazetesi vb.) ağır hakaret ve iftiralara maruz kaldım.Kitaplarımı okuyan geniş bir okur kitlesi tarafından da aforoz edildim.Bin adedi aşan sayıda küfür-hakaret içeren mail aldım.Bu hoşgörüsüzlük ve böylesi büyük bir öfke karşısında dehşete düştüm!
1994: Ankara'da yazdığım Güneydoğu'da Gazeteci Olmak adlı araştırma-inceleme çalışmamla Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin Yılın Gazetecisi Ödülü'nü kazandım; ödülü almak için gittiğimde, üzerinde kumaş takım elbise olmadığı için ödül töreninin yapıldığı Ankara Devlet Konukevi’ne alınmadım.(Oysa ben o ödülü resmi giysilerle değil, sivil bir kafayla kazanmıştım.)
1998:Cehennem Bileti adlı şiir kitabımda "Bayrakları bayrak yapan: Bayrak İmalatçılarıdır/ Toprak, eğer uğrunda ölen varsa: Utanmalıdır” dediğim için Şehit Aileleri Dernekleri şubeleri hakkımda savcılıklara şikayet dilekçeleri verince, bu kez de iki yıl hapis istemiyle hakkımda Beyoğlu 2.Asliye Ceza Mahkemesi'nce "Bayrağa ve Şehitlere Hakaret" davası açıldı.
Mart ayı (2000 yılında) DGM Heyetine: "Sizinle aynı çağda ve aynı ülkede yaşamaktan utanç duyuyorum" dediğim için çarptırıldığım yedi aylık hapis cezasının yargıtayda onanması nedeniyle bir kez daha tutuklanarak cezaevine konuldum.
...oğluma bırakacağım en anlamlı şeyin asıl bu yaşamöyküsü (hapishanelerde düşünce suçlusu olarak geçirdiğim çileli yaşamöyküsü S B'nin notu)olacağı kanısındayım.Birtakım gayrımenkuller, tahviller, çekler vb. çıkarmak değil, asıl yük, kişinin kendisine sunulan hayattan iyi bir hikaye çıkarmasıdır çünkü...
Odabaşı'ndan seçmeler
*Ben (yılmaz odabaşı)Türkiye'deki Kürtler adına demokratik özerklikten yana değilim; Bu konjonktürel olarak, demografik olarak uygun değil. Kürtlere kültürel otonomi verilmelidir. Kültürel otonomiyi de demokratik açılım paketi sağlayacak.
*Mazlum, günü gelince asla zalim olmamalıdır...
*ve andolsun ki/ hiçbir toprak/ hiçbir vatan/ hiçbir bayrak/ daha kutsal değildir insandan...
***
atilla yayla biz tuzu kurulara yazıyor
atilla yayla'nın 27/05/2011 tarihli yazısından: birkaç asır önce ortalama insan ömrü otuz civarıydı.... Fakirlikten doğan vahşi sosyal çatışmaların tarihi örnekleri vardır. Antik Sparta'da yeni doğan çocuklar önce ormana bırakılır, üç gün sonra ne durumda oldukları kontrol edilirdi.bir bebek hala yaşıyorsa, Tanrıların onun yaşamasını istediğine hükmedilir ve şehre geri getirilirdi. Bu bir nüfus kontrolü yöntemiydi...bugün de Çin'de aç anne babaların ölmemek için çocuklarını yediklerini biliyoruz....fakirlik probleminin çözümü üretimi arttırmaktan ve üretici güçlerle üretim süreçlerini güven ve istikrara kavuşturmaktan geçer.
Fakirlikten kurtulmanın yegane yolu daha fazla üretmektir. Merhamet, dağıtım yeniden dağıtım gibi olguların elbette insan toplumlarında önemli bir yeri vardır. Ancak bunların hiçbiri üretme gücünün yerini almaz. Üretimin bol ve herkese yetecek miktarda olmadığı toplumlarda toplumsal doku ahlaki değerler dayanışma ve yardımşlaşma duygusu ağır darbeler alır.
***
Bakın Lenin ne söylemiş
"siyaset, ekonominin özetlenmiş halidir"
***
Hicret: İmkânların tükendiği yerden, imkanların üretileceği yere göç etmektir. M. İslamoğlu
***
“HAYATTAN ÇEKTİĞİNİZ KADINI ÖRTMENİZE NE GEREK VAR Kİ?” M. İslamoğlu
“CAHİLLER DİNDEN ISKONTO YAPARLAR, CAHİL SOFULAR DİNE ZAM YAPARLAR.” Mustafa İslamoğlu
"İyiliğe ödül beklenmez. Zira iyilik yapmanın kendisi yapana verilmiş bir ödüldür."
mustafa islamoğlu
***
"Her soruya cevap vermek cinnettir."
Ebu Hamid el-Gazzali
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder