12 Ağustos 2020 Çarşamba

Bunu da siz alın, saçlarınızı kestirirsiniz.

 “Asaf Hâlet Çelebi mübarek Ramazan günü Beyazıt Camii şerifinde öğle namazını eda buyurduktan sonra çıkmışlar bazı asarı tarihiyeye atf-ı nazar etmek üzere Sahaflar Çarşısına doğru gidiyorlardı.

Bu sıra karşısına küçük bir dilenci çocuk çıktı. Çelebi hazretleri böyle bir günde bir fakirin gönlünü şadedip duasını almak arzusuyla ganice bir para lutfettiler. Çocuk parayı aldı. Sonra cebinden bir alay bozukluk çıkartıp içinden elli kuruş ayırdı ve Asaf Hâlet Çelebi’ye uzattı.

– Bunu da siz alın, saçlarınızı kestirirsiniz.”


Nihat Kuşlu

Çelebi, neden milletvekili olmak istiyorsunuz?

 “Çömez - Çelebi, neden milletvekili olmak istiyorsunuz?

“Asaf Hâlet Çelebi - Şiirlerim, inşatlarım, kıyafetimle senelerden beri milletin yüzünü güldürmüş bir şairim. Mecliste de bir neşe ve şetaret havası yaratmak mümkündür.”


Nihat Kuşlu

Asaf Hâlet Çelebi’nin son kitabı bomba gibi patladı.

 “Şair Yahya Kemal yanındaki arkadaşlarına:

– Haberiniz var mı? dedi, Asaf Hâlet Çelebi’nin son kitabı bomba gibi patladı.

– Yok canım nasıl?

– Bizim otelde oturan birisi karısı ile kavga ediyordu. Kadın onun bütün kitaplarını pencereden aşağı attı. Bir aralık Asaf Hâlet Çelebi’nin son kitabı da benim cama çarptı. Vallahi bomba zannettim.”


Nihat Kuşlu

Asaf Hâlet Çelebi evlilik hayatının muhtelif merhalelerini anlatıyordu:

 “Asaf Hâlet Çelebi evlilik hayatının muhtelif merhalelerini anlatıyordu:

– Evlenmeden evvel ben konuşurdum karım dinlenirdi. Evliliğimizin ilk senelerinde karım konuştu ben dinledim. Şimdi de..

– Şimdi de? diye sordular.

– İkimiz birden konuşuyoruz, komşular dinliyorlar.”


 Nihat Kuşlu

Kıran Resimleri

 Kıran Resimleri


İnci Aral'ın Maraş olaylarını anlattığı bu eser fazla bilinmiyor. Hatta hiç bilinmiyor. 


1978'in son ayında yaşanan olayları bizzat tanıklarından dinleyen ve çok az bir kurguya yer veren Aral sadece bu yapıtıyla da edebiyat tarihlerine girmeyi hak ediyor.


Yazar konusunu anlatırken siyasal bir tavır takınmıyor. 


Roman için ön hazırlık yapar yazar. Maraş'a gider. Tanıkların anlattıkları travmaya sebep olur ve bir ay konuşamaz.


Aslında bir alevi kıyımıdır yaşanan. Buradan bir mezhep savaşı hedeflenmektedir. Neticede insan denilen varlık ne de tez galeyana gelir.


Pazarda soğan satacak kadar muhtaç birinin o gece nasıl olur da gözünü kırpmadan adam öldürebildiğini sorgular mağdur bir kadın, acısını içine gömerek böyle bir sorgulama yapar ve adamı teşhis eder, tutuklanmasını sağlar.


Edebiyat ve sanatın önemi bir kez daha ortaya çıkıyor bu eserle. Daha birinci dereceden tanıkların yaşadığı olaylar bile ancak böyle bir eserle bütün dehşeti ile gözler önüne serilebilirdi ve inanıyorum ki bu eser asırlar sonra da aynı dehşetli etkiyi okuyan ve dinleyende gösterecektir.


Burada bir eleştiri...


Bugüne kadar laf arasında Maraş olaylarına bir cümleyle de olsa atıf yapan çok kimse gördüm ama kimsenin bu esere değindiğini görmedim.

Bu nedenle Uğur Mumcu'nun bir sözü geldi aklıma: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.”


Son olarak bir daha böyle acıların yaşanmaması için bu eserin okuyun, okutturun diyorum.

Sb 24.12.2019

Asaf Halet Çelebi'den Necip Fazıl'a

 Asaf Halet Çelebi'den Necip Fazıl'a


Sahte Eyyub Sultan Mistiği

“Kalp şairi”nin pilavdan dönerse kaşığı kırılacak. Bir kere: “Mistiğim!” dedi; şimdi geri dönemiyor.

Mistik diyince, nesli munkarız edebiyatı cedide züppesi müstihasesini taklit ederek:

– Deja. diyor, Eyyub gibi bir karitiye mistiği de...

Her şey gibi o da bir gösteriştir. “Kalp şairi” frenk tavrına özenen ve “Mistik”i acaiplik olsun diye cebinde taşıyan ve fıstık fındık gibi istediği zaman geveleyen, zekâsı vecizelerile ölçülür, rakik şiirler yazar bir “şair-(i) şirin-eda”dır.

Mai ve Siyah’taki Cemil gibi yüksek ve hassas, ince bir fıtrat iken asrî evliyalık şarlatanlığına üzendi. Bir zaman hokkabazlık öğrenmeğe merak edip Knowles’ten para mukabili “Yüksek irade” diploması almıştı. Bütün bunları bana gösterdi. Diploma ile musaddak yüksek iradesi dolayısile kendini tebrik ettim. Evvelâ beni uyutmağa yani manyetizme etmeğe kalktı. Sonra:

– Sen uyuyamazsın; fakat bunun sırrını ifşa edemem! dedi ve bir kediyi uyutacağım diye işkenceler yapıp hayvanı can havlile elinden kaçırdı. Çünkü kalp şairine göre “Mistik” biraz da büyücüdür ve Eyyub Sultan’da oturmaktadır. Öyle bir büyücü ki ayni zamanda garp göz bağcılığı ve manyetizmacılığına da vakıftır.

Kalp şairi yahut bay mistik bu büyücünün kapı karşı komşusu ve en aziz ahbabıdır. O terki diyâr edip bir Türk mahallesinde yerleşmiş, hamam takunyalarını mihrap üzerinde teşhir eder, mangal göbeğini avize yapar, fesli, zevksiz bir Piyer Loti müsveddesi olmaya çalışır.

Yedi sene evvel Léon Pierre Quint İstanbul’a geldiği zaman kendisini bu kıbâlde tanıtmıştı. Merhum dostum Edmond Saussey’ye de kendisini:

– Ortodoks Müslümanım ve protistanım! diye bildirmişti. Sonra biçare Saussey bana tenhada:

– Acaba doğru mu? diye sormuştu da ikimiz de kahkahalarla gülmüştük.

Bay Mistik:

– Benim eserlerimi İsveç ve Yunan lisanlarına terceme ettiler, okuyup mistik öğreniyorlar. Yakında Müslüman olup sünnet olacaklarmış. diye öteye beriye palavralar atmaktadır.

Bay Mistik, kafa göz yara yara Hüsn ü Aşk’ı okuyordu; etrafındaki hayranları da koyun kaval dinler gibi dinliyorlardı. Ben de Ahfeş’in keçisi olup kafa sallardım. Nihayet:

“Ben sustum o suuûz lebimde kaldı”. diye okuyunca dayanamadım:

– Söz, söz! dedim; hak verdi:

– Evet Ali Ekrem’le münakaşa etmişlerdi; o, senin fikrinde idi. Bu da bir içtihaddır, dedi; fakat ben aksi içtihadı kabul ediyorum.

Bay Mistik on adet kadar Yunus Emre’nin şiirini ezber etmiştir; Rimbaud’un Beteau İvre’inden de üç mısraı Abidin Dino’dan duymuştu. Zamanı evailde beni frenk edebiyatında hiç mürekkep yalamamış sanıp Verlaine’in Automne şiirini:

– Ben yazdım! diye okumuştu; onu da biliyor. Bir de Baudelaire’den meslek dağarcığında bulunması icap eden dokuz on mısra ezberlemiştir ve işte böylece kalp ve ıztırab (kendisinin tâbirile Crise intellectuelle) şairi ve bay Mistik olmuştur.

Onun tasavvuf istilahından mânasını bilmeden sık sık istimal ettiği bir “nefsi emmâre” kelimesi vardır ki bunun fena bir mânâya geldiğini idrâk ederek aleyhtarları için söyler, bunu da Eyyub Sultan’da bir zatın vaazından işitmiştir.

Ben bu frenk taklidi sahte bay Mistiğin, bu Snobe Eyyub Sultan mistiğinin bir sırrını ifşa edeceğim:

Vaktile etrafı boş bulduğu için herkesi yutar zannile palavrasyon kuvvetile ve sırf kıskançlık sâikasile Nâzım Hikmet’e benzememek ve inadına aksi cephe almak için üzerine bu ariyet “Mistik” sıfatını takınmak istemişti. Şimdi geri dönemiyor.

Ona asıl ben:

– Hodri meydan diyorum.

Gülünç egoizmile yalan söyleyip benliğin fani olması demek olan “Mistisizm”in günahını boynunda taşıyan bu sahte peygamberi şimdi yalanı çarpmaktadır. Hakkın inayetiyle onu çarpan azap meleği benim!

Ey kâzip müddeî! Rahmanın gazebinden nereye kaçarsın?


Sokak, S.2, 12 Nisan 1940,

Hintliler ve Kahireliler gibi yoksulluğun ebediyen süreceğine inancımız tam olsaydı

 Hintliler ve Kahireliler gibi yoksulluğun ebediyen süreceğine inancımız tam olsaydı, sorun olmazdı. Aslında Mustafa Kemal gelmeseydi, büyük bir kısmımız Hintli, Kahireli gibi yoksulluğu kanıksayıp, kaderleştirip mutlu bir miskinlikle yaşamaya devam edecektik. Mustafa Kemal, toplama-çıkarmayı öğretti, her toplama-çıkarmada "hırs" vardır. Toplama, çıkarma, bölme gibi kelimelerin öz Türkçesini bulup, kazandıran da Mustafa Kemal. Şimdi ne oldu, yine yoksuluz, fazladan hasetle, hırsla, mutsuz yoksullarız. Yapılacak tek şey, eskiden olduğu gibi kaderci miskinliğimize geri dönmek. Ahlakımızı, insanlığımızı hiç bozmadan orada durabiliriz. "Yeter Gönül abla, her şeye ağlama, şimdi gider zabıta, öğren artık bunları!"


Nihat Genç, Türkan adlı hikayesinden

Öğretmen Arkadaşlarımı Nasıl Boşa Çıkarttım?

 Öğretmen Arkadaşlarımı Nasıl Boşa Çıkarttım?!..


Bir spor karşılaşmasından sonra iki okulun öğrencileri kavga ediyorlar. Bir öğretmen kendi öğrencileriyle bir olup diğer okulun öğrencilerini dövüyor. Bir hanım öğretmen orada olsaydım kadın başıma cevap verirdim, diyor. Muhatabı erkek öğretmen de aynı minvalde esip gürlüyor.


Tam burada devreye giriyorum. Aslında o öğretmene, sen bu öğretmenlik mesleğini yanlış anlamışsın denilmeli ve yol verilmeli, dedim.


Bu durumda kendi öğretmen arkadaşlarımı da boşa çıkarmış olacağım ki acı bir tebessümle konu kapandı.

14.12.2019

Gerçek Demokrasi Eşitlerin Düzenidir

Demokrasilerin, sınıf eşitsizliklerini, sömürüyü ve adaletsizliği gizleyen, insanın doğasına aykırı kapitalist yıkıcılığın üstünü örten bir şal olduğu gerçeği unutturulmak istendi. Bir ölçüde başarılı da olundu.


Gerçek demokrasi bir “eşitlik” rejimi değil, ancak eşitlerin düzeni olabilir. Eşitlerin, “eşitlik” hukukuna göre düzenlenmiş rejimidir demokrasi. Bir anlamda “demokrasi”nin yadsınması ve aşılmasıdır. İnsanlar arasında ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal eşitlik sağlanmadan genel oy ilkesine dayalı yönetim biçimleri –ki genel ve eşit oy hakkı insanlık tarihinin en büyük demokratik atılımı ve kazanımlarından biridir– gerçek eşitliği sağlamaz, ancak bir eşitlik yanılsaması yaratır. Bu gerçek Platon’dan beri bilinmesine karşın, “milli irade” dalkavukluğuna feda edilir.


Merdan Yanardağ, Liberal İhanet

Sarayburnu’ndan söz etmek yasak!

 Sarayburnu’ndan söz etmek yasak!


Abdülhamit, ortaçağ artığı düzeni ve rejimi korumak için Fransız devriminin etkisindeki aydınları, dönemin devrimcilerini (Jön Türkler, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri) ve diğer muhalif kesimleri takip etmek, baskı kurmak ve cezalandırmak için hayli etkili bir hafiye teşkilatı kurmuştu. Bu hafiye teşkilatı, bir tür rejim muhafızlığı ve istihbarat örgütü işlevi görüyordu. Geniş bir “jurnal” ağına, yani gönüllü muhbir örgütlenmesine de sahipti. Hafiye teşkilatının muhbirleri arasında dönemin hilafet ve padişah yanlısı çok sayıda gazetecisi ve yazarı da vardı.

Bu sivil teşkilatın özelliği “havadan nem kapmak” diye özetlenebilirdi. Öyle ki, eğer döneme ilişkin anılar abartılı değilse, bir Jön Türk’e ya da İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesine veya taraftarına selam vermek bile neredeyse tutuklanmak ve hatta işkence görmek için yeterliydi. Dönemin gazetelerinde İstanbul’un bir semti olan Sarayburnu’ndan söz etmek bile yasaklanmıştı. Çünkü Abdülhamit büyük burunlu biriydi ve muhaliflerin bununla alay ettiği düşünülüyordu. Özetle Abdülhamit, hafiye teşkilatına dayalı koyu bir istibdat (baskı-terör) rejimi kurmuştu.


Liberal İhanet, Merdan Yanardağ

Kemalist Milliyetçilik

 

Cumhuriyet’in en önemli kurucu ilkelerinden biri olan kurucu milliyetçilik, modernist ve Batıcı bir karaktere sahip. Daha çok kültürel ve hukuki bir içerikle tanımlanmaya çalışılan bu milliyetçilik, Kemalist modernleşme projesinin taşıyıcı kavramlarından biridir. Kemalist milliyetçilik, bu özelliğiyle vatandaşlık hukukunu ve vatan bağını esas alan Fransız (Batı) milliyetçiliği ekolüne yakındır. Ancak Kemalist milliyetçilik diğer ucuyla da Anadolucu bir Türkçülüğe, soy ve köken birliği arayışına açılır ve bu yanıyla da Alman (Doğu) milliyetçiliği ekolüne, yani etnik modele yaklaşır. Resmi milliyetçilik, bu iki ekol arasında bir sentez oluşturmaktan çok, eklektik bir yapıya sahiptir. Bu nedenle sol yorumları bulunduğu gibi, ırkçı-faşist açılımlara da yol veren bir yapısı ve kurgusu vardır. Oynak merkezli bir milliyetçiliktir bu. Dolayısıyla manevra alanı hayli geniş bir egemen/resmi milliyetçilik anlayışından söz etmek mümkündür.


Liberal İhanet Merdan Yanardağ

Şu çılgın Türkler'den

Şu çılgın Türkler'den


1. Bölüm:  Çanakkale Kurtuluş Savaşı'nın ön sözüdür.


“Padişah Abdülaziz, Ali Paşa'ya soruyor: “Bizim durumumuz ne?”

Ali Paşa şöyle diyor: "Biz kabuğu ince, zar gibi bir yumurtaya benziyoruz, bir diken dokunsa akıp gideceğiz." 

Bir diken dokunuyor akıp gidiyor çünkü ayakta duracak bir gücü yok.”

Turgut Özakman


2. Bölüm: Ankarada yetiştirilen tiftik keçisi sebebiyle  nüfus 100 bine çıkıyor. İngilizler bu keçiyi Kuzey Afrika'da yetiştirmeye başlayınca bize ihtiyaç kalmıyor ve milli mücadele öncesi bu şehrin nüfusu 18 bine kadar düşüyor.


Osmanlı Devleti'nde hiç Türkçe bilmeyen sadrazamlar olmuştur.


Milli mücadele öncesinde okuma yazma oranı erkeklerde yüzde 7'dir. Bunların çoğu azınlık, kadınlarda binde bir.


Liman Fan Sanders anılarında savaşın sonlarına doğru dağlarda 300 bin asker kaçağı vardı, diyor.


Talat ve Enver paşaların kaçması Cevat Paşa'nın ite kaka Malta'ya götürülmesi üzerine onur korumak amacıyla olması...


Yurdu sevmek yetmiyor onu akıllıca sevmek gerekir.


Burada  Özakman, Sina Akşin'nin mütareke dönemi ve İstanbul hükümetleri adlı çalışmadan bahsediyor.


3. Bölüm: Ermeni soykırımı  asılsızdır. Soykırım  için organize bir toplum olmak gerekir. İngilizler Rauf Bey'e verdikleri sözleri tutmuyorlar. Fransa generali at sırtında İstanbul'a giriyor. İstanbul bir kere fethedilmiştır diğerleri işgaldir. Osmanlı'nın son döneminde 45 kilo olan erkekler askere alınıyor. kayıt kuyut yok.


Dörtyol Karaköse köyünde Ermeni ve Fransız yağmacılara karşı yolu taşlarla kapatıp ateş ediyorlar. İlk fitil ateşlenmesi oluyor. İlk teşkilat Kars'ta Ermenilere karşı kuruluyor.


4.Bölüm: İngiliz raporlarında işgal İstanbul'unda açlıktan evlerine kapanıp ölen insanlardan bahsediliyor. 


Hürriyet ve İtilaf partisi İttihatçılardan kurtulmak için Rusya'nın ülkemize savaş açmasını isteyecek kadar işi ileri götürmüş. 


1. Cihan harbinden dönen askerleri gene bu parti yüzüstü bırakmış İttihatçılar adına savaştıkları düşüncesiyle...


Sait Molla150'lik Rahip Furu ilişkisi Sait Molla Türk Dışişlerine sizin casusunuz olabilirim, diye mektup yazıyor.


Adana Valisi Abdurrahman Bey Fransasızlar bizim iyiliğiliğimizi istiyor, ayaklanmaya gerek yok, diyor.


Damat Ferit Paşa yalnız İngiltere ve Allah’ın lütfuna güveniyoruz, diyor.


Mustafa Çevik Paşa umumun arzusu İngiltere tarafından idare edilmekliğimizdir, diyor.


Salih paşa zamanın sadrazamı: İngiltere'ye başkaldırımak gereksiz ve tehlikelidir.


5. Bölüm: Damat Ferit Yunan İzmir'e çıkmadan önce Ali Nadir Paşa'yı (Selenik'i teslim eden komutan) İzmir 17. Kolordu'ya atıyor, Sakallı Nurettin Paşa'nın yerine. Valiliğe de sonradan İngiliz casusu olduğu anlaşılan Kambur İzzet atanıyor.


9. Ordu müfettişiliği savaş zamanında “komutanlık” anlamına gelir. Karabekir 9. Ordu Komutanlığının bazı tümenlerine komutanlık yapmaktadır.O zaman Anadolu'da kıdem olarak en kıdemli paşa Mustafa Kemal paşadır.


Denizli müftüsü Ahmet Hulusi efendi İzmir mezalimi karşısında hiçbir şey yapamıyorsanız yerden 3 taş alıp düşmana atın, diyor.


Yunan mezalimine karşı Kadıköylü kadınlar damat Ferit Paşa Hükümetine bunlara karşı duracak erkek yoksa biz dururuz, diye telgraf çekiyor.


7. Bölüm

İstanbul'un işgali üzerine Rauf Bey'in meclis adına Vahidettin'le görüşmesi ve  Vahidettin'in milleti koyun sürüsü addetmesi...

Tınaz Titiz'den

 Tınaz Titiz'den


Siyasette fırsatların stoku olmaz.


Söylemekle yapmak arasında deniz vardır.


Güç bozar mutlak güç mutlak bozar.


Nkd kök anlamı dişlemek. Eskiden paralar altınmış. Hakiki olup olmadığını anlamak için dişlenirmiş. Sonraları bakır karışımı arttığı için diş izi pek geçmezmiş. 


Kedi ked'den...Dişleyen hayvan anlamında. Tenkid de fikirleri dişlemek... Somuttan soyuta bir gidiş var burada.


Gelişmemiş toplumlar kısıtlı kaynaklarını iyi tanımlanmamış sorunlarını çözmek için heba eden toplumlardır.


Her şeyin, soyut ve somut tüm ekonomik değer öğelerinin kökeni güneş ışımasıdır. 


Kısmi optimizasyon (kısmi en iyileme, bir sorun yumağından birini ya da birkaçını seçip gerisini gözardı etme) büyük bir yanılgıdır. Örneğin insanın kendisini merkezde konumlandırması. Eğer bu doğru olsaydı Mars'a vs. gitme diye bir derdimiz olmazdı.(Dünyayı yaşanmaz kılma.)


Tecrübe zor ve pahalı bir okuldur, ama aklını kullanmasını bilmeyenlerin gidebileceği başka bir okulda öğrenemez. Pascal

Son Devrin Din Mazlumları!..

 Son Devrin Din Mazlumları


Necip Fazıl bu eserinde öncelikle 2. Abdülhamit'ten bahseder. 31 Mart Olayı'nın düzmece olduğunu söyler ve İttihatçılara ateş püskürür.


Sonra İskilipli Atıf'tan bahseder. Şapk risalesi üzerinde durur. Şapka kanunundan önce yayınlanan bu eser bahane edilerek İskilipli Atıf idam edilmiştir. Savcının 3 yıl tevkif edilmesini talep ettiği sanığı mahkeme idam etmiştir.


Sonra Said Nursi anlatımları/ güzellemeleri gelir. FETÖ'yü doğuran Deli Sait hareketini ululaması ve bu adamın bugünkü siyasal İslamcıların da fikir babası olması düşündürücü.

 

Süleyman Hilmi Tunahan'ı anlattığı bölümlerde Süleymancı-İmamhatipli çatışması/zıtlaşmasında arabuluculuğa soyunur. Bu grupların birbirleri hakkındaki kanaatleri çok ilginç. Yorumda paylaşağım.


Menemen hadisesinivde ele alır. Bu olayı din adamlarını sindirmek için düzenlenmiş bir komplo olarak değerlendirdiğini görüyoruz.


En sonunda kendi şeyhi Abdülhakim Arvasi'yi anlatır.

***

Kanatim o iki bu esere telif bir eser denilemez. Çalakalem yazıldığı ve alıntılarla doldurulduğu görülebilir. 


Necip Fazıl'ın Cumhuriyet aleyhtarlığı çok açık. Bu tutumunun CHP'den milletvekili olma isteğinin reddedilmesiyle muhakkak bir ilgisi var. Aynı Necip Fazıl'ın daha önce Cumhuriyet ve Atatürk ululamaları yaptığı yazılarına internetten ulaşılabilir.


Eseri okurken İskilipli Atıf hocaya savcının 3 yıl tevkif isteyip mahkemenin idam vermesini insan aklına zarar bir hata olarak gördüm. Bu olay devrim mahkemsi vs. deyip hafife alınamaz. Cumhuriyet aşmak yerine 150'liklere yaptığı gibi İskilipli Atıf hocayı da yurtdışına sürebilirdi.


Menemen olayı da kafa karıştırıcı. Bu vakayı en kısa zamanda başka bir kaynaktan okumakta yarar var.


Necip Fazıl'ın bu eseriyle dinî hassasiyetleri olan kesimleri eskiden olduğu gibi bugün de Cumhuriyet ve Atatürk aleyhine etkileme gücüne sahip olduğunu düşünüyorum.

Sb 12.12.2019

Güzel sözler

Karıncayı bile incitmem deme, 

"Bile"den incinir karınca.

***

 "Köle, düşüncesini söyleyemeyendir."

- Euripides 

***

'Yaşamın bana verdiği iki ders; çevreni gittikçe daralt, gereksiz kalabalıkların seni üzmesine izin verme.' - Franz Kafka 

***

"Zerzevatçı bağırır, sarraf bağırmaz,”


“Eskici bağırır, antikacı bağırmaz,”


“Söyleyecek sözü, fikri değerli olan bağırmaz,”


“Bağıran düşünemez düşünmeyen kavga eder..."


| Mevlâna

***

“Gaz ile tavuk yarışmış tavuğun götü yırtılmış.” Sıfır bir adana dizisi

***

"Bir insanın zihnini okumak istiyorsanız sözlerine bakın."

Johann W.Goethe

***

'Ben dostlarımı hiç satmadım; çünkü ya beş para etmez çıktılar, ya da paha biçilemez.' - İlhan Berk 

***

Yılmak 'eğilmek, bükülmek' anlamına gelir. Yılan kelimesi bu kökten gelir. Büyük yılana da 'büke' deriz. Böyle eğilip bükülmeyi, kıvrılıp kıvırtmayı hiç sevmemişiz. Yılmaz demişiz tersini makbul görüp. Dilimizle yaşayalım.

Osman Karatay

***

Zıt kutuplar birbirini Çekmez!


Kişiler arasındaki ilişkiler “uçlar” birbirini çekmiyor. Onlarca araştırma ortaya koyuyor ki, insanlar kendileriyle benzer karakterdeki insanlarla birlikte takılmayı tercih ediyor, kendilerinden farklı eğilimleri olan insanlardan uzak duruyor.

Doğru yaklaşım “benzer uçlar, benzer uçları” çeker olmalı. İbrahim Cakasın

***

“Nesneler bizim onlara yüklediğimiz anlamlardan ibarettir, insanlarda öyle...”

John berger

***

'Hayatınızda denge sorunu varsa etrafınıza dikkatlice bakın; Muhtemelen birini yanlış bir yere koymuşsunuzdur.' - Jean Christophe Grange

**"

CEVİZ KURDU


Ceviz kurdu küçük bir delik açıp girdiği cevizi yemeye başlar; yedikçe şişmanlar


Doyunca gitmek ister ama girdiği delikten çıkamaz


Tek çaresi zayıflamaktır


Aç kaldıkça zayıflar; eski cılız halinde dışarı çıkar


Hırslı ve açgözlü insanlar, tıpkı ceviz kurdu gibidir.

***


« Herkes biliyor geminin su aldığını; herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini; ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu...» 


Leonard Cohen 

1934-2016 

Kanadalı yazar, şair ve müzisyen

***

Karaciğeriniz hafif yağlı dediğim 87 yaşındaki amca sedyeden doğrulup “inşallah ileride önemli bir probleme yol açmaz” dedi. Oscar Wilde’ın sözü geldi aklıma;


- Ruh yaşlı doğar fakat gençleşir; hayatın komedisi bu. Beden ise genç doğar, gitgide yaşlanır. Bu da hayatın trajedisi.

***

Bugünlerde sırtımı yasladığım şu muhteşem cümle: "Kimseyle hiçbir konuda yarış halinde değilim. Kimseden akıllı, kimseden güzel,  kimseden iyi olma gibi bir iddiam yok. Kimse için 'en' değilim, 'daha' değilim. Bu devasa iddiasızlığın bana verdiği özgürlüğün hastasıyım."

***

Epiktetos diyorki: bir güzel söz söyleme sanatı varsa, bir de güzel anlama ve dinleme sanatı vardır.

***

Arkadaş balık gibidir: Üç günde kokusu çıkar.

Julio Cortazar

***

"İnsan doğduğunda yumuşak ve esnektir, öldüğünde ise sert ve katıdır. Yaşam yumuşak ve esnek olandır, sert ve katı olan hiç bir sey zafer kazanamaz." 

Andrei Tarkovsky, Stalker

***

Ne diyordu halikarnas balıkçısı;

“bu yaşamak değil, uzun ölüm...”

***

Çocuklarınıza söz dinlemeyi değil kararlarını kendilerinin verebilmesi becerisini öğretin. Söz dinlerse sonraki hayatında da başkalarını dinler ve sağlıklı kararlar veremez. Karar verme becerisi yaşam kalitesinin önemli bir değişkenidir.

***

Nietzsche şöyle diyor: "İki temel sorunu var insanlığın. Adaletsizlik ve anlamsızlık. Birine karşı hukuku bulduk, diğerine karşı sanatı. Ama insanlar hukuka ulaşamadı. Ve sanat insanlara."

***

Dinci yobazların en önemli özelliği, düşünürken kabız, küfrederken ishal olmalarıdır. Sadık Usta

***

Cahilin kitaplığı okumadığı kitaplardan oluşur.

Ferit Edgü

***

“Kitap okuyarak dünyayı kurtaramam; ama dünyamdan bir nebze kurtulabilirim.”

***

“Bak Mathilda, insanlar için gözlerini feda etsen, zaten kördü derler.”

***

"Neden niçin olmasaydı herkes alim olurdu." Çin Atasözü

***

"Güzel konuşma düşünceleri açıklamak için değil örtmek içindir."  Böyle bir söz varmış. Oldukça düşündürücü...

***

Eşeği düğüne çağırmışlar, orada sana bir müjde vereceğiz. Demişler. Hiç sevinmemiş Eşek. Neden sevinmedin? diye sormuşlar .Eşek, Ya odun bitti yada su yoksa bizi neden düğüne çağırsınlar demiş.

***

'Hiç kimse vazgeçilmez değildir. Ve hiç kimse kendini vazgeçilmez sanan biri kadar aptal değildir.' - Victor Hugo

***

 “Bir insanın kültür seviyesini öğrenmek istiyorsanız, boş vakitlerinde ne yaptığını sorunuz.”

Churchill

***

İlkelilik hamilelik gibidir; bunun azı, çoğu, yarısı çeyreği olmaz. Bir insanın ilkeleri/ kuralları ya vardır ya yoktur. Biz ilkeleri olan insanlar olarak her durumda hep doğru ve dürüst olmak zorundayız.” Murat Sevinç

***

Başkasını ve kendini bilirsen, yüz kere savaşsan tehlikeye düşmezsin; başkasını bilmeyip kendini bilirsen bir kazanır bir kaybedersin ne kendini ne de başkasını bilmezsen, her savaşta tehlikedesin.”

Sun Tzu

***

“Keşke 3 hayatım olsaydı; ilkinde seyrederdim, ikincisinde oynardım, üçüncüsünde yaşardım.”  Ve Panayır Köyden Gider

***

 “İt havladı diye kurt kavgaya çıkmaz.” Mehmetcik Kutulamare dizisi 14. Bölüm

***

Madenleri tanımıyorlar, bitkileri tanımıyorlar, hayvanları tanımıyorlar, insanı tanımıyorlar, güya Tanrı'yı tanıyorlar: fiziksiz metafizik. Dücane Cündioğlu

***

 “Üniversitenin evrensel bilgi üretme, öğretim yapma ve topluma hizmet üzerinden tanımlamaları vardır." Prof. Dr. Selahattin Turan

***

—Hapishane ne biliyor musun?

—Cehennemin bir şubesi.  Vis a Vis dizisi

***

 “Benden ok atmayı öğrenen kişi yoktur ki, sonunda bana nişan almasın...Şadi Şirazi

***

 “Laiklik, özellikle İslam dünyasında, Müslümanı Müslümandan korumaktır.” Yaşar Nuri Usturası, Şahin Filiz

***

Her kuş kendi cinsiyle uçar. Kartallar kartallarla, kargalar kargalarla.

***

Arkadaş balık gibidir: Üç günde kokusu çıkar.


Julio Cortazar

***

“Ölüm, insanlar tarafından bozulamamış tek olgudur. İnsanoğlu, onun dışında her şeyi bozmuş ve kirletmiştir.”

Osho

***

 “İşte kapı işte sapı ister sarıl ister darıl!"

Yazar Mehmet Yılmaz'ın enflasyon rakamlarını düşük tutmak için yapılan düzenbazlıklardan bahsettiği ve bunun da memura ve işçiye düşük zam yapmak için yapıldığını anlattığı 24/06/2020 tarihli yazısından...

***

"Derisini değiştiremeyen yılanlar ölmeye mahkumdur." der ve ekler Nietzsche "Bu durum düşüncelerini değiştiremeyen zihinler için de geçerlidir."

***

"Benim asıl ümidim ümitsizliğimdir! Mutluluksa mutsuzluğun bilincinde olmaktır!" (Tezel) s.75 Bir Düğün Gecesi, Adalet Ağaoğlu

***

 Ayrılık dediğin ölümün provasıdır.

Aynı denizin karşısında iki insan biri dünyanın en güzel şiirini yazar diğeri tuzlu su buldum der ve sümkürür.

Masaldan Geriye Kalan filminden

***

Yabancı dilde konuşmak değil, düşünmek tehlikelidir. (Kazak Atasözü). Yani, Türk isek,  kaç dil bilirsek bilelim, Türkçe düşüneceğiz. Abdulvahap Kara

***

« Herkes biliyor geminin su aldığını; herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini; ve herkes biliyor zarların hileli olduğunu...» 


Leonard Cohen 

1934-2016 

Kanadalı yazar, şair ve müzisyen

***

"İnsan doğduğunda yumuşak ve esnektir, öldüğünde ise sert ve katıdır. Yaşam yumuşak ve esnek olandır, sert ve katı olan hiç bir sey zafer kazanamaz." 

Andrei Tarkovsky, Stalker

***

Sen dedi; "intihar gibisin. Hem herkes tarafından bir kez düşünülen hem de cesaret edilemeyen." Cemal Süreya

***

Epiktetos diyorki: bir güzel söz söyleme sanatı varsa, bir de güzel anlama ve dinleme sanatı vardır.

***

Dil ayrıntıdır...

Hayırlı olsun (kutlama)

Hayırlısı olsun (teselli) Ali Akar

***

Dinci yobazların en önemli özelliği, düşünürken kabız, küfrederken ishal olmalarıdır.. sadık usta

***

Selçuklu kurulurken:

Selçuk Tuğrul Alparslan (Türkçe)

Çökerken:

Keyhüsrev Keykubad Keykavus (Farsça)


Osmanlı kurulurken:

Ertuğrul Ataman Orhan (Türkçe)

Çökerken:

Abdülmecid Abdülhamid Abdülaziz (Arapça)


Tükiye Cumhuriyeti kurulurken: 

Mustafa Kemal ATATÜRK  ❤️


Şimdi??? 🤦‍♀️

***

“Hasta olduğun için değil, hayatta olduğun için öleceksin.” 

Lucius Seneca

***

“Hem Tanrı'ya hem de Mammon'a (Şeytan'a) hizmet edemezsin.” 

Aziz Matta

***

“Annem kanserden öldü. Genellikle bir nesil atlar derler. Ama büyük annem de kanserden öldü. Bilim bunun neresinde?” Vis a Vis dizisi

****

Aptalların cenneti akıllılar için cehennemdir. / Thomas Fuller

****

Unutmayın!

En derin karanlık bile cılızından küçücük bir ışığa boyun eğer! Mustafa Önsel

***

“Çok arkadaşı olan biri değilim çünkü çok arkadaşı olan birinin bir tane bile dostu yoktur.” Vis a Vis

Seçme kavramının bizatihi kendisi, kendi içinde totaliterdir.

 Seçmek, böl ve yönet kuralını kendi kendimize dayatma yöntemidir. Seçerek ve taraf tutarak, gerek bilgiyi gerekse insanları bölüyoruz. Bölmekle, dogma haline gelen küçük bilgi parçalarını ve hiçbir şeyi sorgulamayan bir kalabalığa dönüşen bir insan topluluğu üzerinde egemenlik kuruyoruz. Seçmekle, kendini haklı gören, başkalarını mahkûm eden insanlar haline geliyoruz. Bir tarafı, herhangi bir tarafı tuttuğumuz anda, totaliter olup çıkıyoruz.


****

Seçme kavramının bizatihi kendisi, kendi içinde totaliterdir. Zekâ, güzellik, adalet, sevgi, özgürlük gibi şeyler ölçülemez ve kıyaslanamaz. Onlar ancak, tanımlanmadıkları ve standartlaştırılmadıkları ölçüde var olabilirler. Bunların tanımını yapma girişimi bile, kavramın ihlal edilmesi demektir. Bir kez tanımlandıktan sonra, zekâ donuklaşır, güzellik esinleyici olmaktan çıkar, sevgi tüketilmiş olur, adaletin doğrulanması gerekir, özgürlük ise tanımlanmış biçiminin dışında var olmaktan çıkıverir.


Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü

deli gömleği

 Çocuk, doğduğu andan itibaren, düzenin dilini kullanmakta ne kadar eğitilirse, yaşamla olan ilişkisinde kendisini kıskıvrak bağlayacak bir “deli gömleği” sırtına o ölçüde yapışacak demektir. Çocuğun giderek kendini sözcüklere -soyutlama ve genellemelere- teslim etmesiyle, beynin ayırt etme, her şeyi gerek tekil olarak, gerekse özel nitelikleri ve karakteristikleri temelinde birbiriyle ilişki içinde görme yönündeki sınırsız kapasitesi de kısıtlanır. Daha başka soyutlama ve genelleme biçimlerinin bize sunduğu sonsuz olasılıklara rağmen, uygarlığımızın kendine özgü gelişimi, ve bir dereceye kadar, evrimimizin akışı, bizi ancak tek tip bir soyutlamaya, dille sınırlanmış bir soyutlama biçimine mahkûm ediyor.


Bireyin oluş tarihi evrim tarihini yeniden özetliyor. Tek bir bireyin büyümesinde, evrimin tüm aşamaları tekrarlanıyor. Hepimizin önce yürümeyi, sonra yüzmeyi öğrenmesi, kültürel bir kaza sayılır. Çünkü doğamızda bunun tersi doğrudur: Hepimiz, yürümeyi öğrenmeden önce yüzmeyi öğrenebiliriz. 

Uygarlığımızın doğaya empoze ettiği düzen başka türlü olsaydı, yani karaya bağımlı bir uygarlık yerine daha dengeli bir su/kara uygarlığı olsaydık, çevredeki farklılıklara karşı bilinçli duyarlılığımız başka başka yollardan gelişecekti; tabiî ki, dilimiz de buna uygun bir gelişme izleyecekti. Dilimiz, doğayla kurduğumuz belirli ilişkilerle sınırlı. Oysa gördüklerimizi algılama yeteneğimiz, dilin bizi içine hapsettiği küçük ve sınırlı dünyadan çok daha zengin. Sözcüklerden, sözcüklerin abartılmış egemenliğinden ötürü, deneyimlerimizi bilinçli olarak sınırlıyoruz. Daha az görüyor, daha az işitiyor, kokluyor, dokunuyor ve daha az tat alıyoruz. Birçok deneyimi es geçiyoruz. Yaşama daha az dikkat ediyor, kendi basitleşmelerimizle özel soyutlamalarımıza çok daha büyük dikkat gösteriyoruz. Sonsuz çeşitlilikteki deneyim olasılıkları bir yanda dururken, gerçekten yaşayabildiğimiz tek tük şeyleri de hemen sözcüklerle kodlayıp standartlaştırıyoruz.


Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü

Haberlere gereksinme”si olan yegâne insanlar

 Haberlere gerçekten anında 

“gereksinme”si olan yegâne insanlar borsadaki günlük dalgalanmaları ve hisse senetlerine ilişkin haberleri izleyen kişilerdir. ...

Öte yandan, hükümetler de asıl haberlerini, diplomatları ve gizli servisleri aracılığıyla elde ederler. 

“Gerçek” haberlerin medya aracılığıyla bize ulaşması aylar, yıllar sürer. Bunların hiç ulaşmadığı da olur. 

Örneğin, İngilizlerin, Japonların gizli şifresini çözerek Pearl Harbor'a yapılacak baskını önceden öğrendiklerini, ama bu bilgiyi, ABD'yi II. Dünya Savaşı'na girmeye zorlamak için kasten gizli tuttuklarını, kamuoyu olarak bizim öğrenmemiz kırk yılı aşkın bir süre aldı.


Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü

Napolyon Bonapart- Thomas Paine

 Napolyon Bonapart vaktiyle şöyle demiş: “Yeryüzünün her bir kentine Thomas Paine'in saf altından yapılmış heykelinin dikilmesi gerekir.”

İnsanı Yaradan bilincinden uzaklaştıran sistemeler

 Hıristiyan kilisesinin ve diğer tüm uydurma dinlerin amacı insanı Yaradan bilincinden uzak tutmaktır, tıpkı bir hükümetin amacının insanın haklarını bilmesini engellemek olduğu gibi. Sahtelik açısından bir sistemin diğerinden farkı yoktur, birbirlerine karşılıklı destek vermek için oluşturulmuşlardır.


Akıl Çağı, Thomas Paine, Sonuç

Parçaların tutarlılığı bütünün doğruluğu

 “İsa'nın hikâyesinin sahte olduğunu gösteren bazı çarpıcı çelişkiler vardır.

Bunları itiraz edilemeyecek bir biçimde ortaya koymak için şunları saptamalıyız: İlkin hikâyenin parçalarının tutarlı olması onun doğruluğunu göstermez, çünkü parçalar tutarlı olsa da bütün yanlış olabilir; ikinci olarak hikâyenin parçalarının tutarsız olması, bütününün gerçek olamayacağını kanıtlar. Parçaların tutarlılığı bütünün doğruluğunu kanıtlamaz, ama parçalardaki tutarsızlık bütünün yanlışlığını kesinlikle kanıtlar.” Akıl Çağı, Thomas Paine Yeni Ahit

Okulda alınan eğitim

“Okulda alınan eğitim sonradan alınacak eğitim için küçük bir sermaye olarak kabul edilebilir. Öğrenme süreci içinde olan herkes kendisinin öğretmenidir.” Akıl Çağı, Bölüm 13, Thomas Paine

Nihat Genç'ten

II. Meşrutiyet'te otuz bin hafiyenin işsiz kalması 

II. Meşrutiyet'te otuz bin hafiyenin (Abdülhamit'in jurnalcileri) ve onlarca bakanın görevden alınması işine son verilmesi, tarihimizin en büyük siyasi tasfiyesidir.


Aşkla tekbirle bir daha yazalım: Otuz bin jurnalci onlarca bakan.


Bu otuz bin hafiye ne yapıyordu, işinde gücünde sokakta bakkalda çarşıdaki halkın içindeki konuşmaları saraya bildiriyordu...


Bir başka soru, peki halk sokağa inmeseydi bu kadar hafiye ve bu kadar hırsız bakanın tasfiyesi mümkün olabilecek miydi?


Hayır! Halk sokağa indiği için Abdülhamit hırsız bakanlarını ve hafiyelerini görevde tutamadı...

Ziya Gökalp'in solidarizm ve korporatizm anlayışını yansıttığı şiiri

 Ziya Gökalp'in solidarizm ve korporatizm anlayışını yansıttığı şiiri özellikle son birim bu açıdan dikkatle okunmalı.


Vatan


Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,

Köylü anlar manasını namazdaki duânın.

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'ân okunur.

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın.

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!


Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok,

Her ferdinde mefkure bir, lisan, âdet, din birdir.

Meb'üsânı temiz, orda Boşolar'ın sözü yok,

Hududunda evlatları seve seve can verir;

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!


Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye,

San'atına yol gösteren ilimle fen Türk'ündür;

Hirfetleri birbirini daim eder himaye;

Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türk'ündür,

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!

Çağdaş Türkiye Tarihi, Niyazi Berkes

 24 Ağustos-16 Ekim 1921 günlerinde süren Sakarya savaşına dalan Mustafa Kemal’den kurtulan Mec­lis akla sığdırılması güç sorunlarla uğraşmaya başladı. 


Mecliste, neredeyse “Asr-ı saadete dönüldüğü sanısını verecek kararlar alınıyordu. İçki yasağı, kâğıt ve do­mino oyunu yasakları, kadmların peçeli olması zorunluluğu, süslü giyinme yasak­ları gibi şeyler önemli sorunlar olmuşlardı. Oturumların birinde, doktor bir üye ev­leneceklerin, evlenmeden önce, hekim muayenesinden geçmelerini teklif etmişti.

Bu teklif şeriatçıların sabrını taşırdı. Üyelerden biri okulların yeni kurulmuş Şer’iy- ye Bakanlığı’na bağlanmasını teklif etti. Okul programlannı Eğitim Bakanlığı ha­ zırlayacak, fakat bunlar Şer’iyye Bakanlığı’mn denetim ve onayından geçecekti. Üyelerin birçoğu okulların ve eğitimin Şeriat İşleri Komisyonu’nun onayından geçmesi teklifini de uygun buldu. Bununla sözde medrese-mektep ikiliği kaldırıla­ caktı; fakat bu, mektebin medreseye çevirilmesiyle de sonuçlanabilirdi. 


Üyelerden biri, “Geri kalışımızın asıl nedeninin dünya işlerini din işlerinden ayırmak” olduğu­ nu anlatarak evkaf, şeriat, adalet ve eğitim işlerinin Şeriat Komisyonu’nun yetki alanına konmasını teklif etti.


465 yeni medrese açılması teklifi de kabul edildi; ne var ki o zamanki milli eğitim bütçesinde var olan okullara bile yetişecek kadar ödenek bulunmadığından bu 465 medrese açılmadı. Bu gibi kararlar Meclis’te tar­ tışmasız geçmemiş olmakla birlikte, kabul edilmişlerdir. Dinci özlemlerin doruğuna çok karılı evlenmeyi zorunlu yapma teklifinin tartışılmasında erişildi. Bir üyenin fes yerine kalpak giyilmesi takriri Meclis’i ikiye bölmüş, iki yan boyuna bağınrken Meclis Başkam, “Fes, kalpak zamanı değil; herkes ne isterse giysin” diye bağın- yor, gürültüler dinmiyordu. Zorunlu çok kanlı evlenme teklifinin gerekçesi ulusal savaşa yardımı olması için nüfusu artırma düşüncesi idi.


***

1 Kasım 1922’de Mustafa Kemal işte bu Meclis’in karşısına çıktı; tarihin unutamayacağı, bilimsel açıdan ölümsüz bir yapıt olan bir nutuk söyledi.


...Efendiler, egemenlik hiçbir ulusa hiçbir zaman ulemâ tartışmalarıyla verilmemiştir. Egemenlik hep güç kullanılarak zorla alınır... Türk ulusu elinden alınan egemenliği şimdi kendi eline almış bulu­nuyor. Bu bir gerçek. Önümüzdeki sorun bunun ulusun elinde bırakılıp bırakılma­yacağı sorunu değil, sadece bu gerçeği ilân etme sorunudur... Burada toplananlar, herkes gibi bu gerçeği anlarlarsa mesele yok. Anlamazlarsa doğal olan nasıl olsa olacaktır; şu farkla ki belki birkaç kafa kesilecektir.”


***


Bu komisyon odasının bir ressama konu olmayışına şaşmaktan kendimizi alamıyoruz.


Aceleci ve taktik bil­meyen Mithat Paşa’nın tersi bir yaratılışta olan Mustafa Kemal ... (Saltanat ve hilafetin kaldırılması konusunda) Çağdaş Türkiye Tarihi, Niyazi Berkes

Bütün Kaleler Zaptedilmedi Attila İlhan- Hulki Cevizoğlu

 Attilâ İlhan- Osmanlı'nın Tanzimat döneminden itibaren çok ciddî bir misyoner saldırısı oluyor Osmanlı topraklarına. Amerikalılar Doğu Anadolu'da, Fransızlar daha ziyade Suriye, Lübnan çevrelerinde ve Batı Anadolu'da, İngilizler İstanbul ve çevresinde etkili olmaya çalışıyorlar.


Benim elimde şöyle rakamlar var: 1890'la 1900 arasında Amasya'da 10, Harput'ta 9, Mersin'de 2, Diyarbakır'da 3, Ergani'de 2, Mardin'de 3, Bitlis'te 2, Muş'ta 1, Siirt'te 3, Van'da 2, Sivas'ta 20 Amerikan okulu bulunuyormuş, 1890-1900 arasında.


Bir de elimde şöyle bir demeç var; American Board of Michen adına Mr. Divade 1895'te şöyle bir demeç vermiş: "Derneğimiz yaklaşık 65 yıldır Türkiye'de faaliyette bulunmaktadır. Ticarî ilişkiler yönünden misyonlar bu bölgede elverişli bir ortam yaratmışlardır. Bu ortam misyonların iki yönlü çalışmaları sayesinde gerçekleşmiştir. Bir, geniş bir eğitim düzeni; iki, geniş bir basın yayın örgütü. Biz bu bölge halkını yalnız bizim sattıklarımızı almaları için değil, gelecekte kurulacak tesisleri geliştirip yaşatabilecek bir düzeye gelmeleri için de eğitiyoruz. Bu yoldan Amerikan yatırımlarına yeni alanlar açmak umudundayız. Örgütün devamlı olarak yaşabilmesi için yapılan harcamalar yıllık 6 milyon dolar civarındadır. Amerikalılar Asya Türkiye'sinde şimdiden kâra geçen bir iş kurmuşlardır. Bu durum, bütün bölge halkını bir gün bizim müşterimiz olacağına dair umudumuzu gerçekleştirmektedir. Şu anda Asya Türkiye'sinde değişik bölgelerde 435 okulumuz ve bunlarda eğitim gören 19.795 öğrencimiz mevcuttur."

47

Bu İstiklâl Savaşı sırasında, o dönemle ilgili romanlar yazıyorum, o belgeleri kurcalarken ortaya çıkıyor. İnanılmaz bir rahip, rahibe trafiği var Anadolu'da. O çeşitli okullardaki hocalar bunlar, aynı zamanda istihbarat yapıyorlar.


Hulki Cevizoğlu- Atatürk'te zaten bunu Nutkunda...


Attilâ İlhan- Atatürk çok kesin tavır koyuyor, Lozan'da bu işin savaşı veriliyor. Sadece 5'e indirgenmiş misyoner mektepleri. Bir tane Tarsus'ta, bir tane Kayseri'de, bir tane Bursa'da, 3 tane İzmir'de ve İstanbul'da var. Hepsi bu kadara indirgenmişken sonra yeniden bildiğiniz gibi açılıyor.


Bu işin özelliği de şuradan geliyor: Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılması ve komünist bloğun dağılmasından sonra Hristiyan'lık yeniden kendini görevli hissetmeye başlıyor. Katolik Hıristiyanlığı'nın lideri Papa'nın 22 ocak 1991'de yayınladığı bildiride ve nüfusunun büyük çoğunluğu Protestan olan Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanının 3 Mart 1992'de yaptığı konuşmada, kilise öğretilerinin, Hıristiyanlığın çöken komünist bloğa, Üçüncü Dünya ülkelerine ve İslâm ülkelerine taşınması için misyonerler göreve çağrılmışlardır; çok net.

***

Attilâ İlhan- Evet,. 1927'de gelmiş; gelir gelmez bir olayla karşılaşıyor. Bursa'daki bir Amerikan misyoner okulunda iki Türk kızı Hıristiyan olmuşlar, Hıristiyan oldukları için de bir olay çıkmış, Cumhuriyet Hükümeti derhal kapatmış o okulu.

Hulki Cevizoğlu- Yani Atatürk kapatmış.

Attilâ İlhan- Atatürk derhal kapatmış okulu. Mahkemeye verilmişler. Sefir, hatıralarında bunu uzun uzun yazıyor, bayağı ciddî bir mesele hâlinde yazıyor ve diyor ki, Türkler bu meselede çok kararlı görünüyorlar diyor. Gelsin şimdi görsün kararlı mıyız değil miyiz?

***

Bizde demokrasiden anlaşılan şey, birtakım taşra teşkilatlarıyla birtakım menfaat gruplarının bir araya gelmesinden ibaret.  Demokrasi aslında sınıfsal bir şeydir, sınıflar arası bir ilişkidir. Bakın Batı Avrupa'ya, bu böyledir; bugün hâlâ öyledir.

***

"kalabalıkların başı çok, beyni yoktur"

***

"Türkiye'de liberalizm ile devletçilik arasındaki fark Fransa'daki ekonomik düşünce farkı değildir, kişisel çıkar ve ulusal çıkar farkıdır."

Bizde liberallik dediğin andan itibaren ulusal fark kalkıyor ortadan, ulusallık gidiyor. Kişinin menfaati oluyor ve o servet yurt dışına çıkıyor. Yurt dışında -söylemiş daha o zaman- Nis'te köşk olur, Amerikan tahvili olur diyor.


Bütün Kaleler Zaptedilmedi Attila İlhan- Hulki Cevizoğlu

Demokrasi ve Liberalizm – Falih Rıfkı Atay

 Demokrasi ve Liberalizm – Falih Rıfkı Atay


Mustafa Kemal Yunanlılarla boğuşurken, birinci Büyük Millet Meclisinin maarif vekili Anadolu’da dört yüze yakın medrese açtı. Resim sanatını yasak etti. Birinci Büyük Millet Meclisi, Şef’in dışındaki ekseriyet havasına bakılırsa, bir ümmet meclisi idi: Müslümanlığı, Türklüğünden üstündü. Eğer ihtilal Şefi bir şarklı olsaydı, Türkiye zaferden sonra, yeşil sarıklı bir Asya devleti olacaktı ve şüphesiz gene batacaktı. 


Şeriatın, edebiyatı ile, musikisi ile, Adliyesi ile, vakıfları ile, müftü ve köy hocası ile, en küçük köylere kadar sokulmuş olduğunu dün gibi hatırlatırız. Türkiye’de demokrasi Hoca ve mürteci saltanatı demektir.


Mustafa Kemal’e halifeliği kabul ettirmeye muvaffak olamayan hoca ve mürteciler, Cumhuriyet kurulduktan hemen sonra, liberalizm ve demokrasi bayrağını açtılar. İsyan etseler Şeyh Sait gibi öldürüleceklerine şüphe yoktu. Çünkü Şef ve zafer bizimdi. Bunlar için yol uysal ve uygun, fırka saflarına sinip yavaş yavaş, Sayı ve Taviz siperlerini hazırlamaktı. Şeriat’ın ismini Ahlâk, Ümmet’in ismini Millet koyarak ahlâk ve millet namına, şeriat ve ümmet müessesesinin kapılarını az çok açık tutmaya çalışacaklardı. 


Yeni Türkiye’de yalnız hoca ve mürtecilere karşı harp açılmış değildi. Bir de Galata vardı. Galata kelimesi kapitülasyon ecnebiliği, yahut bu ecnebiliğin simsarlığı demektir. Liberalizmin iktisat sancağı onların elinde idi:

– Sermayeye kapılarınızı açınız. Ekalliyetlere karşı Anadolu’daki tahditleri kaldırınız. Ferdi serbest bırakınız ve devleti işe karıştırmayınız, diyorlardı. 


Ankara ve Anadolu ancak böylelikle yeniden fethedilecek, Osmanlı İmparatorluğunun sadece ismi ve merkezi değişmiş olacaktı. Turan Türkiyesine karşı:

– Hoca ve mürteciler

– Tanzimat ve Babıâli

– Galata

hep birlikte liberalizm ve demokrasi kazanını kaldırdılar. Sorarım size, Yunan ordusu ile İzmit’te elele tutuşan Kuvayı İnzibatiye‘nin kadrosunda da bu üç unsuru bulamaz mısınız ? Cumhuriyet kendini saltanata, mektep kendini medreseye, layık kendini şeriate, kanunu medenî kendini mecelleye nasıl kontrol ettirebilir ? Ve böyle bir kontrol cihazı kurulduktan sonra:

– İşte demokrasi ! diye nasıl avunulabilir ?


İktisatta liberalizm, Türkiye kapılarını tekrar, ecnebî ve kilise finans ve ticaret soygunculuğuna açmak demektir. 


Bir memleketin beynelmilel iktisadi mekanizması içinde kıymeti, herhangi bir millet veya sınıf tarafından işletilmesinde veya soyulmasında değil, kendi milleti tarafından işletilip zenginleştirilerek, büyük bir mübadele ve muvazene unsuru olabilmesindedir.


Almanlar Bergama’yı kazdıkları zaman, Sultan Hamid’e, hafriyatın medenîlik alâmeti olduğunu iyi anlatmışlardı. Fakat Türk toprağının bütün haznesi, şimdi Berlin’dedir. Keşke Bergama kazılmasaydı ! Gerçi Bergama köylüleri bir miktar rençper gündeliğinden mahrum kalırdı, fakat Bergama bizde kalırdı. 


Biz de hafriyat yaptırmıyor değiliz, ancak toprağımızın altındakini toprağımızın üstündeki müzelerimize taşıyoruz. Bu memleketten kazanılan paranın ne olacağını düşünmeye benim hakkım vardır. Bir memleketin ormanlarının, madenlerinin nihayet bir yekûn kıymeti vardır. Bu kıymet realize olduktan sonra, gidip Nis köşklerine, Amerika eshamlarına, Paris apartmanlarına kalbolacaksa, neden memnun olayım ?


Bu servet, sahip arar gibi gömülü olduğu yerde de kalamaz. Onu biz, devlet ve halk, faydası en çok bize kalarak işleteceğiz. Nasıl ? Bu sualin cevabını devletçilik prensibinden buluyoruz. 


Ben tek fırkacıyım: Çünkü başka türlü memleket iki, üç, dört siyasi fırkaya değil, iki medeniyete bölünür. Ben devletçiyim: Çünkü başka türlü Türk, Afrika yerlisi şartlarından kurtulamaz. Türk milletini bugünkü yüksek milletler seviyesine çıkarmakta, ancak Türk evlâtlarının menfaati vardır.

Size:

– Devlet nedir ?

– Millet nedir ?

diye sorsam, hemen mektep kitabından aklınızda kalanı bana okursunuz.

Fakat size:

– Türk devleti nedir ?

– Türk ferdi nedir ?

diye sorsam, düşünmeye mecbur kalırsınız.


Devletçiliğin iktisat kitaplarındaki tenkidi, fertçiliğin tenkidi gibi, bize uymaz. Türk ferdi, nice senelerden beri ecnebî ve kilise ferdi ile rekabet edebilmek kabiliyetlerinden mahrum bırakılmıştır. Türk ferdinin kahramanlıkta bir eksik tarafı olmadığına şüphe yoktur: Ancak onu silahsız olarak top tüfek ağzına süremezsiniz. Türkiye’de rekabet serbestliği demek, Türk ferdini yendirmek demektir. Türkiye’de zaptiye-devlet, tahsildar-devlet, müstehlik-devlet kalktı: onun yerine baba-devlet, hoca-devlet, kılavuz-devlet, kardeş-devlet, müstahsil-devlet geldi.


Ben devleti böyle ve devletçiliği onun aynı zamanda rehberliği manasına alanlardanım. 


Bana devletin şu veya bu teşebbüste muvaffık olup olmadığından bahsedenlere, Türk ferdinin muvaffak olmadığı işleri saymalarını tavsiye ederim. Her gün Ankara sokaklarında batan fertlerle karşılaşıyoruz.


Biz de devlet ve millet tamamlığı, bir devlet-millet ve bir millet-devlet istiyoruz. Millî sermaye damarlarımızın kanı kadar Türk olmalıdır.


Dünya buhranının daha ilk günlerinde, sıkıyı gören demokrasiler liberalizmi terkettiler. Acaba dünya buhranı, Türk milletinin medeniyet buhranından daha mı ağırdır ? Lozan Türkiyesinde Türk milleti kültürce yetişmiş ve olmuş değil, yetişecek ve olacak bir millet idi. Ona, yetişmis ve olmuş milletlerin kanunları değil, yetişecek ve olduracak bir devlet organizması lâzımdı.


Bu hakikat herkesin içindedir. Ancak politika ve menfaat kaygusudur ki insanları bu hakikatın tersini söylemeye sevkeder.


Bir memleket yalanla idare edilemez.


Faşizm, İtalyan milletini Latin geriliğinden kurtararak şimalleştirmek için bir terbiye diktatoryası kurdu. Herkese sorarım: Daha on iki sene evvel Maarif Vekilinin dört yüz medrese açabildiği ve resmi yasak edebildiği bir memleket halkı demokrasinin anarşi cehennemine nasıl atılabilir ?

Herkesten sorarım: Daha yirmi sene evvel bir tek Türk kunduracısının Türk milletinde uyanışına misal gösterilmediği, bir tek Türk mahallesinde bakkal olmadığı, daha on sene evvel Kütahyalıların:

– Hristiyanlar gitti ! Şimdi arabamızı kime tamir ettireceğiz ? Biza san’at ehli muhacır yollayınız,

diye boyun büktüğü bir memlekette iktisadî istiklal yetiştirmesi nasıl yapılabilir ? 

Bugün Kütahya’nın bütün atölyeleri ve dükkânları Türktür, niçin:

Türkiye’de liberalizm ve Devletçilik sistemleri arasındaki fark, Fransa’daki iktisadî meslek farkı değildir. Şahsî menfaat ve millî ideal farklıdır. Liberalizm, Türkiye’yi kapitülasyonlara ve Türk milletini iktisadî köleliğe götürür.


Bu dava daha uzun seneler sürecek, her demagog, demokrasi ve liberalizm sancağının direğine sarılacaktır. Onun için Politika’ları neşrediyorum. Çünkü bugün de tazedirler, yarın da eskimeyeceklerdir.


1921’de yazdığım günlük fıkralar arasından seçerek kitaba koyduğum bir Mayıs yazısı ile, daha geçenlerde 1933’te yazıp bu kitabın sonundaki yazılarımı okuyunuz. Benim için millî istiklal kavgasının nasıl devam edegeldiğini göreceksiniz. Siyasi istiklal kavgası İzmir ve Lozan’da bitti. İktisadî istiklal kavgası, Türkiye baştanbaşa Türk eliyle işletilinceye kadar sürecektir.


Demokrasi Ankara’ya Babıâli’yi, liberalizm Galata’yı getirir.


Ben Kuvayi Milliye davası içindeyim. O zamanı unutmuş olanlara şu fıkrayı anlatmak isterim: İsa öldükten 60 sene sonra Sayda ve Surda onun şeriatı Roma’da bozulmuş olduğunu söyleyerek, tıpkı İsa gibi yaşamaya başlayan hristiyanlar türemişti. Romalılar bunları hristiyanlıkta bid’at çıkarıyor diye astılar.

Çünkü hristiyanlık Romalı olmuştu.


Kuvayı Milliyeyi Galata’nın soysuzluğundan koruyacağız !


Falih Rıfkı Atay

(Eski saat, 1933)


Müstehlik = (Arapça “helak” ten) sarf eden, yiyip bitiren, tüketici

müstahsil = Üretici, yetiştirici, sağlayıcı

Hoca Nasrettin ve Timur hikayesi nasıl gerçek oldu?


Okulda kermes düzenleniyor ve bin lira toplanıyor. Bu paraya çeşitli yazarlardan kitaplar alıyorlar. Kitapları alınan yazarlardan biri her yazısında Cumhuriyet'e sövüp sayan bir kişi.


Muhalefet ediyorum bu duruma. Durumu öğrenen müdür ve bazı zevat atıp tutuyor, böyle birinin kitaplarına izin veremeyiz vs.diyor.


Sonuç...


Yazı denetleme kurulu toplanıyor, ben şerhimi düşüyorum. Cumhuriyet karşıtlığı açık olan birinin okullarda kitaplarının bulunmasını uygun bulmuyorum, diye yazıyor ve imzalıyorum. Ayrıca dinî değerleri tahkir ve tezyif eden kişilerin de okullarda kitaplarının bulunmaması gerektiğini konuşmamda ısrarla belirtiyorum.


Toplamda 3 kişiyiz. Milliyetçi geçinen zat boş imza atıyor. Diğerinden, hızlı, atak ve sosyal demokrat arkadaştan, tık yok. Sorduğumda konuyu avukata danışıp imza atacağını söylüyor. Nihayetinde muhalefet şerhi düşmediğini öğreniyorum.


Bu durumda Timur'un fillerinden şikayetçi köylülerin Nasrettin Hoca'yı yarı yolda yalnız bırakmaları gibi yalnız bırakılmış oluyorum.


Gelelim milliyetçi geçinen zata...


Bana sayısı azaltılması gereken arkadaş, diyor. Ben de ona yaşından başından da utanmıyorsun, yakında gaz odaları da kurarsınız, diyorum. Sonra kem küm ediyor. Aslında bunlar dindar değil vs. gibi edebiyatlara kalkarak konu değiştiriyor.


Anlattıklarının bahsi diğer olduğunu belirterek çocuklarının seküler bir hayat yaşayıp yaşamadığını soruyorum. Seküler bir hayat yaşadıklarını söyleyince yakında cuma namazına gidip gitmedikleri takip edildiğinde görüşürüz, diyorum.


Ne diyeyim...Bu ülkede suların ışıması epeyi gecikeceğe benziyor!..


Sb 3/01/2020

Dersim isyanında zehirli gaz kullanıldı mı?


Konuyu Cengiz Özakıncı'nın araştırmaları doğrultusunda özetlemeye çalışacağım.


1.Zehirli gaz iddialarının dönemin dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in 80'li yılların sonlarında verdiği bir röportajın 2008 veya 2009'da Youtube'ta yayımlanmasıyla ayyuka çıktığını görüyoruz. Röportajın tamamı değil sadece bir kısmı yayımlanıyor. Röportajın tamamı 2016'da yayımlanıyor ve orada bunların birtakım rivayetler olduğu söyleniyor. İlginç taraflardan biri bu röportajda soruları soranlardan biri Dersimlilliğiyle maruf Kemal Kılıçdaroğlu.


2. O yıllarda, 1935'te İtalya Habeşistan'ı zehirli gazla işgal ettiği için tüm dünyada infial yaratıyor ve Türkiye de dahil olmak üzere her yerde gösteriler düzenleniyor.


Türkiye İngiltere'den zehirli gazlarla ilgili savunma/korunma amaçlı yardım talep ediyor. Bu talep dahi olumlu karşılanmıyor. O yıllarda İngiltere, İtalya ve Almanya zehirli gaz üretebiliyor ve Türkiye değil zehirli gaz savunma amaçlı bilgi dahi alamıyor. Çünkü çıkacak dünya savaşı bu ülkeleri, ellerindeki silahı başkalarına verme konusunda temkinli davranmaya itiyor.


Özetle, Türk ordusunun elinde İngiltere ile yazışmalardan da anlaşılacağı üzere değil zehirli gaz bunlara karşı savunma amaçlı bir tane deneyimli isim dahi yoktur. Hal bu iken nerden, nasıl bu gazlar temin edilip kullanılmıştır?Anlaşılıyor ki amaç Türkiye'yi bu konuda da uluslararası camialarda zor duruma düşürmektir.


Buradaki isyanda isyancılar siper amaçlı çoluğu çocuğuyla mağaralara kapanmıştır. Bunları saklandıkları yerlerden çıkarmak amacıyla mağaraların önünde ateşler yakılmış bu ateşlerin dumanlarından zehirlenerek ölenler vardır. Mevzu budur.


Bu isyanın bastırılmasının yakın zamanlardaki hendek savaşının bastırılmasından bir farkı yoktur. Yani devletimiz haklıdır, yaygaraya gere yoktur.

Daha ayrıntılı bilgiye aşağıdaki linklerden ulaşılabilir.

Sb 5.1.2020


https://youtu.be/uuHRijTRM08


https://veryansintv.com/cengiz-ozakinci-alman-devlet-televizyonunun-ataturke-yonelik-dersim-iftiralarini-belgelerle-curutuyor/

Oltadaki Balık

 Türk dostu (!) olarak tanınan Richard Perle'nin bir söyleşideki sözleriyle, Türkiye'nin Ortadoğu'da emperyalizmin bekçiliğine uygun görüldüğünü çekinmeden söylediği, yine bir başka Türk dostu (!) eski ABD Türkiye Büyükelçisi Mc Ghee'nin Türkiye'nin sürekli yardım isteğini biraz alaycı bir biçimle söyledikten sonra "bereket ne Türkler köle, ne de Amerikalılar aptaldı." sözleriyle bize ders verdiği anlaşılmaktadır.


Amerika iç ve dış siyasasını çokuluslu şirketlerin çıkarlarına göre düzenlendiği, emperyalizmin sömürü ilkelerinin de bu şirketlerce saptandığı, Rockefeller'in Başkan Eisenhower’a yazdığı 1956 tarihli bir mektup ve daha başka belgelerle değerlendirilmekte ve Rockefeller'in bu mektubunda Türkiye'nin OLTAYA YAKALANMIŞ BALIK olduğu, bu nedenle de yeme gereksinimi bulunmadığı açıklanmaktadır.


Demek Orhan Veli'nin dediği gibi, rakı şişesinde değil de, bir de oltada balık olmak var, bu uçsuz bucaksız sömürü düzeninde. Oltaya yakalanmış balığın yeme gereksinimi yoktur! Öyle ya... Zokayı yutan balık yemi neylesin!.. Rıfat Ilgaz, Emin Değer'in Oltadaki Balık kitabının sunuş yazısından

Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen

 " Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı." 

~Jean Jacgues ROUSSEAU

Akif'e Dair- Dücane Cündioğlu'ndan

 Marş, yürürken okunmak için yazılmış ezgilerin adı.


Ma­reşal kelimesi de aynı köktendir.


Çok ilginçtir ki arabaların hareketi de yürümek olarak tanım­ lanmıştır. Arabalar yürür. Arabaların marşına basılır. Marş pedalına  basılır. Marş basar veya basmaz; eğer basarsa, araba yürür. Ara­ baların hareketi/yürüyüşü kendi iradeleriyle olmadığı için, ister-is­ temez arabaların marşma basılması, yani arabaların hareket ettiril­ mesi gerekir. Basitçe söylenecek olursa, gerçekte arabalar h,weket  etmezler, hareket ettirilider.  Askeri birimlerin yürüyüşü/hareketi de yürüyenierin değil, yurü­ tenlerin iradesine bağlıdır.  Komutan ·Marşi' deyince bölük yürür, 'Dur!' deyince durur.  Durmak ve yürümek yürüyenierin isteğine bırakılmamıştır. Komuta  bağlıdır. Komutanın komutuna.  Kimse tek başına uygun adım yürüyemez. Uygunluk, kişinin  kendi adımları arasında de!],ildir sadece. Kişi, yanında yürüyenierin  attıkları adımlara da uyum göstermelidir.


***

İstiklal Marşı, duran değil, yürüyen, hareket eden, mücadele  eden bir toplumun, direnen, karşı koyan, savaşan bir milletin des­ tanı olmak üzere kaleme alınmıştı.  Türkler durmuyorlardı, geri çekilmiyorlardı, dinlenmiyorlardı,  peki ya ne yapıyorlardı?  Mücadele ediyorlardı, direniyorlardı, savaşıyorlardı. İstiklal için  yürüyorlardı. İstiklal Marşı bu yürüyüşün destanı, bu destanın şai­ riyse bu yürüyüşün vicdanı idi.  İstiklal Marşı Milli Mücadele'nin ruhunu temsil ve tefsir eder.  Millet bu mücadelenin vücudu ise, İstiklal Marşı'nda dile gelen haki­ kat o mücadelenin ruhudur.

Bir şaman öğretisi şöyle der :

 Bir şaman öğretisi şöyle der :


" Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz.."


Nehirler kendi suyunu içemez...

Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez...

Güneş kendisi için ısıtmaz...

Ay kendisi için parlamaz...

Çiçekler kendileri için kokmaz...

Toprak kendisi için doğurmaz...

Rüzgar kendisi için esmez...

Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz.

Doğanın anayasasında ilk madde şudur...

Her şey birbiri için yaşar..

Birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur..

Eski çağlardan süre gelen bir anlayıştı bu..

Bütünlüğü anlatırdı..

Özü iki cümleydi..

“ Ben biz olduğumuz zaman Ben olurum.”


“ Ben, ben olduğum için sen, sensin.."

Gelenekçi insanın ekmeğini çıkardığı toprak yalnızca bir toprak parçasından ibaret değildir...

 “Gelenekçi insanın ekmeğini çıkardığı toprak yalnızca bir toprak parçasından ibaret değildir, aynı zamanda çocuklarının oynadığı, ata mirası saydığı bir yerdir. Gönül bağı kurmak tam da böyle bir şeydir. Fakat modern insan aynı toprak parçasına bir gayrimenkul yatırımı gözüyle bakarak en çok para veren müşteriye bir an bile tereddüt etmeden satabilir."

Sabri Ülgener

Teknoloji Bağımlılığında Eğitimin Önemi


Saygıdeğer büyüklerim, değerli jüri ve sevgili izleyiciler...

***

Bilindiği üzere semavi dinlerde insanın hikayesi cennette başlar. 


Tanrı Adem'le Havva'ya bir meyveyi yemelerini yasaklar. 


Burada bu yasağı neden koyduğu açıklanmaz. 


Bütün yasaklamalarda gördüğümüz şeyi burada da görürüz. O meyve yenmiş yasak da delinmiştir. 


Sonunda Ademle Havva cennetten kovulur. 


Bu metaforik hikayeden anlaşılacağı üzere

insan, doğası gereği yasaklara başkaldırma eğilimi içerisindedir. 


***


İşte bu nedenle onda istendik davranış için ikna yoluna gidilmelidir. İkna da  zihinsel bir süreçle mümkündür. Bu da etkili bir eğitimle sağlanabilir.


***


Çağımızın en büyük bağımlılıklarından biri olan teknoloji bağımlılığı sorununa salt yasaklamayla çözüm üretebileceğini düşünenler büyük bir yanılgı içindedirler.


Eğer bu doğru olsaydı yasalar yapılır, yasaların öngördüğü yasak ve cezalandırmalarla ideal toplum düzenine ulaşılırdı. 


Halbuki gerçek hiç de böyle değildir.


***


Toplumlar, yasa yapan ve o yasaların gereğini yerine getiren kurumların bütçelerinin toplamından fazlasını eğitime ayırmaktadır. 


Bu keyfi bir durum değildir.


Ülkemizde, içinde bulunduğumuz yılda bütçeden pay ayrılan ilk 10 kurum arasında Milli Eğitim Bakanlığı 125.4 milyar TL ile 3. sırada yer almaktadır. Buna karşılık Adalet Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün toplam bütçesi 58.7 milyar Türk lirasıdır.


Buradan rahatlıkla anlaşılacağı üzere modern toplumlar sorunlarını öncelikle eğitimle çözmeyi amaçlamaktadır. 


***


Yasaklamalar sorunları kısa vadede çözüyormuş gibi görünür. Uzun vadede sorunu çözmek için bilinçlenme şarttır.


Teknoloji bağımlılığının içinde birtakım bağımlılıklar akla gelmektedir. 


Bunlardan biri belki de en önemlisi bilgisayarda/telefonda oyun bağımlılığı. 


Buna evde yasak getirebilirsiniz ama çocuğun bir süre sonra ya sizi ikna edeceğini ya da sizden gizli bir internet kafenin yolunu tutacağını tahmin etmek güç değildir.


Bu durumda  çözüm, yasaklamak yerine kişiyi veya çocuğu bilgisayarda oyun oynamanın zararları konusunda ikna etmek ve çocukla etkili, eğitici, hoş zamanlar geçirmeye çalışmaktır.


***


Kısaca modern zamanlarda yaşıyoruz birtakım köhne yöntemlerle, yapma, etme döverim vs. söylemlerle sorunlara çözüm üretmek artık çok gerilerde kaldı. 


Hem az verme hırsız çok söyleme arsız edersin, diye boşuna söylenmemiştir. 


Yanlış anlaşılmasın buradaki çok söyleme ifadesi tekdir etme, azarlama, uyarma, yasaklama, emir verip durma anlamındadır.


***


Ayrıca yasaklama demokrasinin ruhuna da aykırıdır.


Demokrasilerde ikna yöntemi esas olup totaliter ve otoriter rejimlerde ise yukarıdan aşağıya direktifler esastır. 


Bir konuda otoriter bir gücün emir ve direktifiyle yapıp etmeler huzur, mutluluk ve güven ortamını bozar. 


Eğitim yoluyla ikna edip yapıp etmeler ise huzur, mutluluk ve güven ortamını tesis edeceğinden çok önemlidir.


***


Bu düşüncelerden hareketle her ev, okul, sınıf veya bir arkadaş grubu mini bir devlet gibi düşünülebilir. 


İçinde yaşadığınız ev, okul, sınıf veya arkadaş grubunuzun nasıl olmasını isterdiniz? 


Orada sevilen, görüşlerine başvurulan kısaca tabir yerindeyse adam yerine konulduğunuz bir ortam mı olsun istersiniz ya da tam tersine adam yerine konulmadığınız, önemsenmediğiniz kendinizi bir sığıntı gibi hissettiğiniz bir ortam mı olsun isterdiniz?


Takdir edersiniz ki ilkini tercih edersiniz. Açıkçası burada rakibimizin cevabının bizimkinden farklı olup olmadığını bilmek isteriz.


Daha önce de dediğim gibi yasak, sorunu geçici bir süreyle çözüyormuş gibi görünür. Ama asla çözmez.


Sözgelimi birbirine zıt yöntemleri olan iki öğretmen düşünelim.


Biri gayet demokrat olsun.Yasaklamalarla, tehditlerle değil konuşarak, ikna ederek ders düzenini sağlayıp derse de öğrencilerin aktif katılımı için elinden gelen tüm çabayı sarf ediyor. 


Diğeri de bağırmayı, tehdit etmeyi bir yöntem olarak seçiyor.


Sorarım size. Siz hangi öğretmenin dersine girmek isterdiniz? Hangi öğretmenin dersinde kendinizi daha güvende hissedersiniz? Sanırım rakibimiz de bu suale ilki diyecektir. 


Çünkü aklın yolu birdir!!!


Konuşmama son verirken teknoloji bağımlılığını önlemede bütün bu söylediklerime ek olarak sorunu çözemediğimiz durumlarda profesyonel yardım almayı da ihmal etmemeliyiz, diyor hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.


Sb 11/2/2020

Not:Münazara yarışması için yazıldı metin kullanıldı yarışmada bir üst tura geçildi.

Napolyon İtalya'ya yaklaşırken...

 "Napolyon İtalya'ya yaklaşırken İtalyan bir entelektüele ne yapalım, diye sorarlar. O da okul açın, der. Efendim yanlış anladınız galiba adam üzerimize doğru geliyor, demişler. Ee, tamam işte okul açın, demiş. 1. Napolyon'a bir şey yapamazsınız ama en azından 3. Napolyon'a bir önlem alırsınız." (Avni Özgürel'den İdlip meselesinde Rusya'nın bize karşı tavrı sebebiyle...)

Sosyal medyanın yararları...

 Sayın büyüklerim, değerli jüri, sevgili izleyiciler...


Günümüz dünyasının vazgeçilmez bir parçası olan sosyal medya birçok alanda bize çok önemli faydalar sağlıyor.


Bize göre sosyal medyanın yararları saymakla bitmez. Şimdi müsaadenizle bunları tek tek sıralayacağız:


1.Ders amaçlı Whatsapp grubu oluşturup oradan öğretmenlerimize sorular sorabiliriz ve sormuşuzdur da...


2. Herhangi bir konuda- ders olabilir,  sağlık olabilir- Youtubetan uzman kişilerden bilgi alabiliriz. Sanıyorum bu salonda bulunan herkes sosyal medyayı bu amaçla en az bir defa olsun kullanmıştır.


3.Bildiğiniz üzere kısa bir zaman önce kar yağışı nedeniyle okullar tatil edildi. Herkes sosyal medya sayesinde evinde haberini aldı. Eğer sosyal medya kullanılmasaydı büyük bir meşakkatle herkes okula gidecek oradan öğrenecekti.


4.Çok kısa bir süre içinde uzun zamandır görmediğiniz arkadaşınızı bulabilir ve sosyal medya sayesinde kendisiyle kontakt kurabilirsiniz.


5.Yıllardır hoşlandığınız, beğendiğiniz insanla yüz yüze bir araya gelme şansını sosyal medya ile çabucak gerçekleştirebilirsiniz.


6.Uzakta kalmış olsanız bile arkadaşlarınızın hayatlarını onların sosyal medya hesaplarından takip edebilir ve sohbet edebilirsiniz.


7.Canınız sıkıldığında yüzlerce uygulama ya da oyun bulabilirsiniz.


8.Bir sosyal medya kampanyası aracılığı ile herhangi bir konuda sesinizi herkese duyurabilirsiniz.


9. Eğer esnaf iseniz müşteri potansiyelinizi arttırabilir sosyal medyada işinizi tanıtabilirsiniz…


10.Sosyal Medya Pazarlaması üzerine yoğunlaşarak kendinize yeni bir gelir kapısı açabilirsiniz.


11.Markalar hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilir çeşitlilik ve güncellikten hızlıca haberdar olabilir ve indirimleri takip edebilirsiniz.


Bunları daha da arttırmak mümkün.


Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki sosyal medya çağın en büyük gereksinimlerinden biridir ve faydaları bütün bir insanlığı kuşatmıştır.


Toplumlar tarih boyunca birtakım güç odaklarının yönlendirmelerine açık olmuştur. Bu, bir tür bilgi tekeli sayesinde olabilmiştir.


Bugün sosyal medya sayesinde bu bilgi tekeli kırılmış olup güç odaklarının kendi çıkarlarına göre gerçekleri kolayca eğip bükmeleri mümkün olmaktan çıkmıştır.


Çağın ruhundan söz ediyorum. Çağın ruhu dizginlenemezlik, boyunduruk altına alınamazlıktır. Bunu sağlayan da hiç şüpheniz olmasın sosyal medyadır.


Bu da demek oluyor ki artık sosyal medya sayesinde toplumlar daha şeffaf, daha demokratik olacaktır. Bu bir zorunluluktur.


Konuşmamı bitirirken rakibimize birkaç soru sormak isteririz, cevap verirlerse seviniriz. 


Sosyal medya kullanmak zararlıdır, diyorsunuz. Bu durumda sosyal medya hesabınızın olmaması gerekir. 


Soruyorum, bir sosyal medya hesabınız var mıdır? Varsa bu bir çelişki değil mi? 


Şayet yoksa ve bugüne kadar hiç sosyal medya kullanmadıysanız bu da yaşadığınız çağın dışında yaşamak değil midir?

 

Bizce sosyal medya kullanmak zararlıdır deyip kullanmayanların durumu otomobil varken atlı arabada ısrar etmeye veya kaza riski var diye araba kullanmayı reddetmeye benziyor.


Saygılar sunarım...


Sb 18/02/2020

Not: Münazara yarışması için yazıldı metin kullanılmadı yarışmada bir üst tura geçilemedi.

mücadele günü geldiğinde kendi emniyetini düşünen insanlara dikkat edin

 Bir Fransız devrimcisi şöyle der, mücadele günü geldiğinde kendi emniyetini düşünen insanlara dikkat edin muhtemelen ilk hain onların arasından çıkacaktır. 

Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları, Kamil Bey

Pozitivist aydınlanma yetmiyor!..

 “Alevi'nin kimi aydınlanmışı HDP'li, Kürt'ün bir kısım aydınlanmışı PKK'lı, oluyor. Buna karşılık Sünni'nin çoğu aydınlanmışı ise Cumhuriyetçi ve laik oluyor." Sb 16/4/2020 01:09

Bir günde ne kadar yemelidir?

 Bilge bir hekime sorulur:

"Bir günde ne kadar yemelidir?" Hekimin cevabı:

"Yüz dirhem ağırlığınca yeterlidir"

Soruyu soran:

"Bu kadar yemek az değil mi; İnsana ne kuvvet verebilir?"

Hekim:

"Bu kadarı seni taşır; bundan fazlasını ise sen sırtında taşırsın."

| Gülistan, Sadi Şirazi

Şaraptan bozma sirke keskin olur

Şaraptan bozma sirke keskin olur ya da şaraptan dönen sirke keskin olur.


Sonradan azan kişi, eskiden beri yolunu şaşırmış kimseden daha azgın olur.

Ferhan Şensoy-Falınızda Rönesans Var

Sanat tüm baskıları aşar!!!


“Almanya’nın bu karmakarışık Badanacı Adolf döneminde, sıkı denetlenen Berlin kabarelerin birinde komiğin biri:

“Ve büyük şef, siyah mersedesiyle köşeyi döndü!” deyivermiş. Her sabah siyah mersedesiyle Berlin’i dolaşan Hitler’den söz ettiğini anlayan izleyici alkışlamış. Gösteriden sonra, kulise çok madalyalı bir gestapo damlamış, şefin arabasının siyah bir mersedes olduğunun söylenmemesinin gerektiğini, Almanca ihtar etmiş.

“Emredersiniz!” demiş komik.

Devrisi gece, çok madalyalı gestapo gelmiş oturmuş salona. Komik çıkmış meydana, tam lafın orası gelince, şöyle demiş:

“Ve büyük şef, köşeyi döndü…

Sonra gülümseyerek çok madalyalı gestapoya bakmış ve şöyle sürdürmüş cümlesini:

“Arabası siyah bir mersedes değildi tabii!”

İzleyici gülme krizine, girip alkışlarken, gülmesini tutamayan çok madalyalı gestapo, ağzındaki birasını etrafa püskürterek “Cheise!” demiş. Kötü bir şey değil dediği, hassiktirin Almancası.”


***


Altan Erbulak, tiyatrocu olmak isteyen gençlere derdi ki:

“Yavrucuğum, tiyatroculuk çok kolaydır, ilk otuz altı yılı zordur.”


***


“Yahya Kemal bir gün hamamda ... çekiyormuş…” hikâyesine girişince de, Floresan Hanım, tasını, kesesini ve lifini hızla toplayarak, uygun adım çıktı gitti bardan. Kimileri Yahya Kemal üstadın özü özüne tohum dökme hikâyesinin devamını sorunca, Enderun Ağbi gevrek bir kahkaha atıp:

“Yok ulan öyle bir hikâye… Karı gitsin diye şey yaptım…” dedi.

Aydın ve Kültür - Doğu Perinçek

Volga Bulgarlarının bilgili insana karşı tavrıdır. Bulgarlar, 11. yüzyılda zekâsı ve bilgisiyle dikkat çeken bir insan çıkınca, “Bu adam tanrıya hizmet etmeye daha lâyık” deyip, boynuna bir ip geçirip ağaca asıyor ve çürüyene kadar ağacın üstünde bırakıyorlar. Zeki Velidî Togan, bu uygulamayı, toplumun yeniliğe karşı aldığı önlem olarak yorumluyor.


***


ABD’nin CIA denetimindeki “Human Rights Watch” adlı vakfından dolar alanların listesinde ise şu isimler boy gösteriyor: Ahmet Altan, Ertuğrul Kürkçü, Oral Çalışlar, Abdurrahman Dilipak, Nadire Mater, Şanar Yurdatapan, Ali Bayramoğlu, Koray Düzgören, Ragıp Duran, Eşber Yağmurdereli, İlker Demir, İsmet İmset, Fikret Başkaya, Haluk Gerger, Ayşenur Zarakolu, Mustafa İslamoğlu vb.


***

Kayısı çekirdeği, bir yönüyle odundur; ama aynı zamanda yeni bir ağacın tohumunu barındırır. Halka güvenmek, bir kayısı çekirdeğini toprağa dikmek gibidir. O çekirdek, bir gün filizlenip ağaç olacak ve meyve verecektir. Halkı yeteneksiz görmek ise, kayısı çekirdeğini odun parçasıdır deyip çöpe atmak gibidir. O zaman çekirdeğin odun olduğu kanıtlanmış olur. Dolayısıyla kayısı çekirdeğinin, hayat kaynağı mı yoksa odun mu olduğu, bütünüyle pratik bir sorundur ve kanıtlanması da pratiğe bağlıdır.


***

Bilindiği gibi, toplumlar, sınıflara bölündükten sonra tarih çağına girdi, başka deyişle uygarlaştı (civilisation). Uygarlığa geçiş ile özel mülkiyetin, ticaretin, meta ekonomisinin, devletin, ordunun, siyasetin, hukukun, ideolojinin, dinin ve sanatın doğuşu aynı zamana denk düşüyor. Uygarlık, toplumların sınıflara bölündükten sonraki kültürleridir. Kabile toplumunun uygarlığı yoktu, ama kültürü vardı.


***

İtalya’da, ulusal birliğin sağlandığı sırada, İtalyanca konuşanların oranı yüzde 2.5 idi.


***

Batı ve Doğu’nun kendi içinde bölünmesini, en iyi, Anadolu İhtilâli anlatır. Devrimci Doğu’nun temsilcisi olan Türkiye halkı, devrimci Batı’nın demokrasi yolunu izleyebilmek için hem emperyalist Batı’yla, hem de gerici Doğu’yla savaştı.

İstanbul Kırmızısı filminden

 “Kötü alışkanlıkları olmayanlara asla güvenmem.” İstanbul Kırmızısı


Bu söze şunu eklemeli: Kötü alışkanlıkları olanlara asla güvenmem. Sonuç: İnsan güvenilmezdir, gerisi boş laf!.. Sb 6/5/2020

“İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet olmaz.“

Tamam, doğru da bunu hayatında matematiğin olmadığı kişilerden duymak trajikomik değil mi?


Toplumlar, özellikle eski toplumlar, mitolojik değer yargıları olan insan topluluklarıdır. Mitolojik dünya ise matematiğe sığmaz. 


Adalet talep ediyorsak modern toplum olmayı da talep ediyoruz, demektir. Modern zamanların adaleti nispeten sağlamış toplumlarına baktığımızda ortaçağın ve öncesinin mitolojik dünyasından yüzyıllar öncesinden kurtulduklarını görebiliriz.


Öyleyse karar vereceğiz. Hem matematik gerçeklerle bağdaşmayan değerler sistemine sahip olacağız hem de adalet talep edeceğiz!..


Tabiki her durumda adalet talep edebilirsiniz. Korkarım adalet dediğiniz sadece sizin canınızın yanmadığı bir düzen.


Durun, kızmayın albayım, benimkisi sadece bir durum tesbiti. Yoksa kimsenin gadre uğramasını istemeyiz.


Sb 15.05.2020

Özdemir İnce'den

 Özdemir İnce'nin TELE1'de katıldığı programdan alıntıdır.


Namık Koçak, İnce'nin “AKP'nin Kısa Tarihi" kitabı için her zaman başvurmak anlamında “el altı" kitabı değerlendirmesi yapıyor.


Siyasal görüş gömlek değildir hele İslami siyasal görüş gergedan dersidir. Bıçakla bile çıkartamazsın.


Otodidakt: Kendi kendini yetiştiren adam. Özöğrenimli “Ben otodidakt bir adamım.” 


Siyasal İslamcıların Cumhuriyetin ilk dönemine iftira atmalarının temel nedeni (camiler kapatıldı vs.) masa (bürokrasi) ve kasaya sahip olamadıklarındandır.


Ecevit, demokrasiden yararlanarak kapıdan içeri girenler bir gün kapıyı içeriden kapatabilirler, demiştir.


“Siyasal İslamcılara ve benzeri partilere oy verenlere seçmen denmez. Seçmen, ister seçer ister seçmez. Bunlar taraftardır. Taraftar seçmek zorundadır.


Bu partilerin tabanı lümpen proletaryadır.Bunlar mesleksiz asalak tiplerdir. Sadaka ekonomisiyle beslenir. Beyinleriyle mideleri yer değiştirmiştir."

Enver Paşa’dan Enver Altaylı’ya stratejik ortaklığın hazin öyküsü – 1 (yazan:Osman Başıbüyük)


Ünlü Çinli filozof Sun Tzu’nun askerlik sanatıyla ilgili çok önemli bir sözü var:

“Başkasını ve kendini bilirsen, yüz kere savaşsan tehlikeye düşmezsin; başkasını bilmeyip kendini bilirsen bir kazanır bir kaybedersin ne kendini ne de başkasını bilmezsen, her savaşta tehlikedesin.”

BAŞKASINI VE KENDİNİ İYİ BİL


Büyük savaşlarda çok sayıda insan ölür, ülke ekonomileri borca batar ve paranın kontrolünü elinde tutanlar ya çok para kazanır ya da yeni bir dünya düzeni kurarlar. Covid-19 salgını tam da bu savaş senaryosuna benziyor.


Önümüzdeki yıllar çok şeylere gebe. Dünyadaki bu dönüşüm süreci ülkeleri derinden etkileyecek. Doğru politikalar izleyenler krizi fırsata çevirirken, yanlış yola sapanlar maalesef ağır bedeller ödeyecek.


Türkiye hep başkalarının aklıyla krizlerden çıkmaya çalıştı. Kapalı kapılar arkasında halkın hiç bilemeyeceği anlaşmalar yapıldı, sözler verildi. Bugün de öyle şeyler oluyormuş gibi geliyor bana. Ama maalesef bu çabalar her seferinde hüsranla sonuçlandı. Kaybeden Türkiye oldu.


Ünlü Çinli filozof Sun Tzu’nun askerlik sanatıyla ilgili çok önemli bir sözü var:

“Başkasını ve kendini bilirsen, yüz kere savaşsan tehlikeye düşmezsin; başkasını bilmeyip kendini bilirsen bir kazanır bir kaybedersin ne kendini ne de başkasını bilmezsen, her savaşta tehlikedesin.”


Yine, “Tarih, ders almayanlar için tekerrürden ibarettir” şeklinde klişe bir söz var.


Maalesef biz bu iki önemli sözün önemini kavrayamamış gibiyiz. Bazen gerçekleri konuşmaktan, tartışmaktan kaçınıyoruz.


Bu yazı dizisinde biraz cesaretle geçmişimize bakmaya ve günümüzle bağlantılar kurmaya çalışacağız. Osmanlı’dan başlayarak 1 ve 2. Paylaşım Savaşları ile Soğuk Savaş döneminde yaptığımız hataları, bir ülkenin nasıl yönlendirildiğini, yönlendirmedeki aktörlerin Enver Paşa’dan Enver Altaylı’ya kadar kimler olduğunu, mekanizmanın nasıl çalıştığını, “Askeri Vesayet”in ne anlama geldiğini, Trablusgarp Savaşı’ndan Ermeni Tehciri’ne kadar yaşanan birçok olayın perde arkasını farklı bir bakış açısıyla anlatmaya çalışacağız.


Türkiye artık bir yol ayrımında ya başkasının aklına uyacak, hayali maceralara atılıp küçülecek ya da kendi aklını kullanacak bölgesel bir güç olacak. İşte bu yüzden korkusuz olmak gerekiyor. Korkmadan tarihle yüzleşmek, korkmadan gerçekleri yazmak gerekiyor.

Bazılarınız okuduklarınıza inanamayacaksınız….


Müneccimlerle bu uzun yazı dizimize başlayalım. Ne zaman biter ben de bilmiyorum.


MÜNECİMLER BAŞIMIZA NE İŞLER AÇTI?


Bir tespitle başlayalım: Bir devlet maliyesini ve istihbaratını elinden kaçırmışsa aslında yıkılmış demektir. Bu noktadan sonra hayatına ancak bir sömürge olarak devam edebilir. Osmanlı Devleti, 1881 yılında Düyun-u Umumiye’yi (borçlar idaresi) kabul ettikten ve 1913 yılında Teşkilat-ı Mahsusa’yı Almanlara kurdurduktan sonra aslında fiilen bitmişti.

İmparatorluğun çöküş süreci çok acı ve kanlı oldu. Bu süreç Türk insanına doğru anlatılmadığı için hep aynı hataları tekrar ettik ve maalesef bugün de etmeye devam ediyoruz. Analizimize 300 yıl önceye giderek başlayalım.

Osmanlı Padişahı III. Mustafa (1717-1774) astrolojiye çok meraklıydı. Bu dönemde Osmanlı gerileme dönemine girmişti. Padişah, ülkenin sorunlarına çare bulma adına Prusya (Almanya) Kralı II. Friedrich’den müneccim talep etti (siz onu danışman anlayın). II. Friedrich, elinde tarih tecrübesi olan, askerlikten anlayan ve hazine işlerinde uzman 3 müneccim olduğu cevabını verdi. Bu sürecin devamında Osmanlı, Prusya ile 1 Şubat 1790’da askeri ittifak anlaşması imzalandı. Belki de bu müneccim (danışman) talebi, Osmanlı’nın yabancıları devletin içine soktuğu ilk icraattı. Yerli ve milli adamımız yoktu, sorunlara çareyi yabancı müneccimler bulacaktı!


Türkler bu hataya 200 yıl önce düştü. Oysaki her müneccim (danışman) kendi devletinin çıkarları için çalışıyordu. Bizim için yaptıkları her şey, öncelikle kendi devletlerinin çıkarına hizmet edecekti. Bugün durum değişti mi dersiniz? Hayır aynen devam ediyor. Türkiye’nin ekonomik durumu herkesin malumu. AKP Hükümetleri, yıllarca McKinsey Danışmanlık ile çalışmadı mı? Bu yabancı danışmanların aklıyla yapılan işler her seferinde mi ekonomik krizlerle sonuçlanır? Ne tesadüf! Neyse konumuza geri dönelim.


ALMANLARIN BÜYÜK OYUNU


O dönemde en başta İngiltere olmak üzere Batılı güçler, Osmanlı’yı savaşa sokarak zayıflatma ve kendilerine mahkûm etme stratejisi izliyordu. Her savaş, yeni borçlanmalar ve yeni tavizler demekti. Osmanlı’yı savaşa sürdükleri en önemli güç Rusya idi. Günümüzde de bu böyledir. Örneğin 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı devam ederken, İngiliz Muhafazakâr Partisi Milletvekili Butler Johnstone İstanbul’daydı. Türklere Rusları yenecek gelişmiş silahlar satmaya çalışıyordu. İngiliz Büyükelçisi Henry Layard, Dışişleri Bakanı Lord Derby’e gönderdiği 26 Mayıs 1877 tarihli çok gizli damgalı mesajda; “Milletvekilinin İstanbul’da olduğunu, Türkleri Ruslarla savaşı sürdürmeye ikna etmeye çalıştığını ve Cihad-ı Mukaddes ilan ederek Rusya’nın yenilebileceği fikrini aşıladığını” yazıyordu. Amaç savaşa dinî bir hüviyet kazandırarak bir Haçlı – İslam savaşı algısı ile Türkleri tahrik etmekti. İlerleyen dönemde yabancı patentli bu Cihad-ı Mukaddes’in başımıza neler açacağını göreceğiz!


Almanya, 1871 yılında Prusya Kralı I.Wilhelm liderliğinde siyasi birliğini sağlamıştı. Bu dönemde Otto von Bismarck şansölyeydi (imparatorluk başbakanı). Birliğini sağlayan Almanya giderek güçlenmeye başladı. Almanya, Avrupa’daki 2 büyük güç, İngiltere ve Rusya’dan tehdit algılıyordu. Bismarck’ın stratejisi; İngiltere ve Rusya’nın, Avrupa kıtasından uzakta, birbirleriyle veya başkalarıyla savaş halinde meşgul olmasıydı.

O yıllarda İngiltere ile Rusya arasında “Büyük Oyun” adı verilen bir stratejik mücadele yaşanıyordu. Rusya, Orta Asya Türkistan bölgesini tamamen ele geçirmiş, Afganistan üzerinden İngiliz sömürgesi Hindistan’ı zorluyordu. İngilizlerle Rusların Orta Asya’daki bu mücadelesi Almanların işine gelmekteydi. Ayrıca Almanlar, Rusların bölgedeki hâkim etnik yapı Türklerle de çatışmasını, Rusları zayıflatacağı için kendi çıkarlarına uygun buluyordu. Almanlar, o tarihlerden itibaren Orta Asya ve Kafkas Türkleriyle ilgilenmeye başlamış, 1880’lerde Alman-Asya Cemiyetini kurmuşlardı. Daha sonra bu cemiyette Türk paşalar da çalışacaktı. Sırası gelince bahsedeceğiz.


Büyük Oyun’un ikinci ayağı Osmanlı üzerinde cereyan ediyordu. Çarlık Rusyası, dünya ile ticaret için Türk boğazlarına mahkumdu. Moskova’nın hedefinde İstanbul ve Çanakkale boğazları vardı. Rusların, Türk boğazlarını ele geçirmesi, Çar İmparatorluğunun inanılmaz ölçüde güçlenmesini sağlayacak, takiben Akdeniz’e inecek olan Ruslar, Kıbrıs ve Süveyş Kanalı yoluyla İngilizlerin, Hindistan ve Avusturalya gibi uzak doğu sömürgelerine giden ticaret yolunu tehdit edecekti. Bu stratejiyi bozmak için İngiliz ve Fransızlar Osmanlı’nın Ruslar karşısında tampon olmasını istiyor, bu maksatla zayıf ve kendilerine mahkûm bir Osmanlı’nın yaşamasını destekliyorlardı.


Almanya’nın güvenlik stratejisi; İngiliz, Rus ve Fransızları, Osmanlıyı paylaşmaya teşvik etmek böylece kendi rakiplerini Avrupa’dan uzakta birbirleriyle mücadeleye zorlayarak zayıflatmak üzerine bina edilmişti. Aynı zamanda Almanlar bu sayede kendilerine alan açıyordu. Bismarck’ın en çok istediği şey; Türk boğazlarını kontrol konusunda İngilizlerle Rusların sürekli çatışma halinde olmasıydı. Hatta Bismarck, çatışmanın devamı

için Rusların İstanbul’u, İngilizlerin de Çanakkale’yi işgal etmesini istiyordu. Tabii bu mücadele bir yandan da Osmanlı’yı, yutulmaya hazır lokma haline getirmekteydi.


İlerleyen yıllarda Almanya’nın güçlenmesiyle bu strateji biraz değişiklik gösterecekti. Kayzer II. Wilhelm, 15 Haziran 1888’de tahta çıktığında Almanya artık iyice palazlanmış, Alman sanayisinin dış pazarlara ve ham madde kaynaklarına olan ihtiyacı had safhaya çıkmıştı. Bütün sömürgeler, İngiliz ve Fransızlar arasında paylaşıldığı için Almanların kendilerine yeni alanlar açması gerekiyordu.


Alman stratejist Friedrich Ratzel; “Devlet, bir hücreden meydana gelen bir organizmadır, gelişmeyi ve yayılmayı arzu eder. Devletin yayılmacı politikası, ilkel ve küçük devletlere dışarıdan istila yoluyla mümkün olur. Bu küçük gezegende, sadece bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur.” diyerek, Almanların meşhur “Yaşam Alanı (Lebenstraum)” kavramının teorisyeni olmuştu. Almanlar bu hedeflerine 1 ve 2. Paylaşım savaşlarında askeri güç kullanarak ulaşamadılar. Ancak günümüzde Avrupa Bilgi (AB) projesi ile büyük ölçüde hedeflerine ulaşmış gözüküyorlar. Bugün tüm Avrupa, Almanya’nın hayat alanıdır.


O tarihte Almanlar, yarı sömürge konumunda olan Osmanlı’yı gözlerine kestirmişti. Osmanlı toprakları Almanların yeni hayat alanı olacaktı. Bu maksatla Berlin’den yola çıkıp İstanbul üzerinden Bağdat’a sonrasında Basra körfezine uzanan bir demir yolu projesine başladılar. Demiryolunun geçtiği topraklar, Alman sanayii için hem pazar olacak hem de hammadde sağlayacaktı. Bu maksatla Kayzer II. Wilhelm, 2 Kasım 1889’da İstanbul’a geldi ve Padişahı II. Abdülhamid ile bir dizi anlaşma imzaladı.


Osmanlı ekonomik olarak batıktı. 8 yıl önce ülkenin gelir kaynaklarına el koyan Duyun-u Umumiye, durumu daha da vahim hale getirmişti. II. Abdülhamid, Almanların bu yaklaşımına “denize düşen yılana sarılır” misali sarıldı. Almanların getireceği sermaye ve demiryolu, ekonomiyi canlandıracaktı. Oysa ki Alman stratejist Dr. O.R. Tannenberg tarafından 1911’de hazırlanan ve Alman Genelkurmay Başkanlığı tarafından onaylanan haritada, Osmanlı toprakları ve Tunus, “Deutschland” yani Alman toprağı olarak gösteriliyordu. Almanlar, 1950 yılına kadar bu projeyi tamamlayacaklarını hesap etmişti. Görüyor musunuz elin adamı ne kadar uzun süreli planlar yapıyor. O dönemde Osmanlı ise günü kurtarmaya çalışıyordu. Bugün de öyle değil miyiz? Devam edelim.


CİHAD VE İTTİHAT-I İSLAM PROJESİ


Max Freiherr von Oppenheim, 1896 ile 1910 yılları arasında Kahire’deki Alman Konsolosluğu’nda ataşe görüntüsünde çalışan, Arap ülkelerini çok iyi tanıyan, Arapça bilen ve Kayzer II. Wilhelm’e dahi doğrudan rapor yazabilecek yetkiye sahip çok üst düzey bir casustu. Bizim bu seviyede casuslarımız yoktu. Biz dışarıdan müneccim (danışman) alıyorduk. Oppenheim, sürekli Almanya’ya rapor yazıyordu. Şansölyeye, 5 Temmuz 1898’de yazdığı bir raporda; Müslümanlar arasında yardımlaşmanın güçlü olduğunu ve eğer Osmanlı sultanına “Cihad” ilan ettirilebilirse 260 milyon Müslümanın, Almanya’nın Doğudaki hedeflerine ulaşması için faydalı olabileceğini belirtiyordu. Bu düşünce Kayzer II. Wilhelm’in, Almanya’yı bir “dünya gücü” yapma politikası olan “Weltpolitik” stratejisine uygun düşmekteydi. Zira bu tarihten sonra Almanya; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın sömürgelerindeki Müslümanlara destek vererek, onları hâkimiyeti altında bulundukları ülkelere karşı kışkırtacaktı. Almanya bu yolla, adı geçen büyük devletleri zayıflatmayı planlıyordu. Oppenheim, Almanya’nın çıkarı için Kuzey Afrika’dan Hindistan’a kadar Müslüman halkların ayaklandırılmasının şart olduğunu, bunun için de “en büyük silahın İslâm” olduğunu ve Halifeye Cihad ilan ettirilmesi gerektiğini savunuyordu. Oppenheim’ın amacı; Yakın ve Ortadoğu’yu, İngiliz ve Fransız güdümünden çıkartıp Alman sömürgesine dönüştürmek, Kafkaslar ve Türkistan bölgesindeki Müslüman Türkleri, Ruslara karşı ayaklandırarak Rusya’yı zayıflatmak ve mümkünse bu bölgeyi Osmanlı ile birlikte Almanya’ya bağlamaktı. Bu maksatla Osmanlıcılığı, Türklüğü, İslam’ı ve Hilafeti kullanmak istiyordu. II. Abdülhamid’in halifeliğini öne

çıkartıp İslamcılık oyunuyla dünyadaki tüm Müslümanları Alman askerine dönüştürmek için büyük bir çaba içindeydi. Bugün de İsrail benzer bir stratejiyi takip ediyor. Sonra anlatacağız.


O zamana kadar Osmanlı, tarihinin hiçbir döneminde savaşı, din ile ilişkilendirmemiş, kutsal savaş kavramı “Cihad”ı kullanmamıştı. Aynı zamanda Türk etnik kimliği de hiçbir zaman ön plana çıkarılmamıştı. Çünkü Osmanlı, bir imparatorluktu ve nüfusunun önemli kısmı gayri Müslümler ve Türk olmayan kavimlerden oluşuyordu. Anlayacağınız Cihad’ı bir silah olarak kullanma fikri Osmanlı’ya ait değildi. Bugün de Cihad kavramını istismar edenler bilin ki hep aynı odaklardır.

Bu tarihten sonra Almanlar, Osmanlıcılık ve Müslümanlığı ön plana çıkarmaya başladılar. Almanların bu politikası II. Abdülhamid’in çok hoşuna gitmişti.


1890’lardan itibaren Berlin ve İstanbul’da hazırlanan Cihad broşürleri ve Pan-Türkist görüşler Orta Asya’da Amu Derya ötesine kadar ulaşmaya başladı. İşin gerçeği, Osmanlı’daki Pan-Türkist ve Pan-İslamist akımların hamisi Almanya’ydı. Bu hamilik, 2. Paylaşım Savaşı öncesi ve sürecinde de devam etti. Acaba bu günkü Pan-İslamist akımların, Cihad ve Halifelik çağrılarının arkasında kimler var dersiniz?


Kayzer II. Wilhelm, 8 Ekim 1898 günü ikinci kere İstanbul’a geldi, II. Abdülhamid ile Berlin-Bağdat demiryolunun ikinci aşamasını da kapsayan bir dizi anlaşma imzaladı. II. Wilhelm sonra Osmanlı toprağı Kudüs’e gitti. 29 Ekim 1898’de Kudüs’te Hristiyanlar için yaptırdığı kiliseyi açarak bütün Hristiyanların koruyucusu olduğu mesajını verdi. Wilhelm’i, Kudüs’te Yahudiler de çok iyi karşılamıştı. Çünkü Siyonist Theodor Herzl’le görüştüğü ve II. Abdülhamid’ten Kudüs’te Yahudi Cemaatine özerklik talep ettiği bilgisi tüm Yahudileri çok sevindirmişti. II. Wilhelm, 8 Kasım 1898’de Sion Dağına çıktı ve sonra Şam’a geçerek, “İslam’a sarsılmaz dostluk bağlarıyla bağlı olduğunu” ilan etti. Alman Kayzeri, birdenbire İslam’ın dostu, Müslümanların koruyucusu Hacı Wilhelm olmuştu. Gayrimüslim önemli bir kişilik hacı ilan ediliyorsa bilin ki bir tezgâh vardır. Tarih bu örneklerle doludur. Bu aralar Rothschild ailesinden birisinin hacı olduğunu duyarsanız sakın şaşırmayın.


Bu tarihten sonra II. Abdülhamid, tamamen Alman güdümüne girdi. Almanların desteğiyle ayakta kalıyor, onların projeleri sayesinde imparatorluğunu yaşatacağı ve hatta büyüteceğini umuyordu. Fakat bu arada Osmanlı’nın Almanlara yanaşması ve Almanların güçlenmesiyle birlikte Müslümanları kullanma projeleri, İngiliz ve Fransızları ciddi ölçüde rahatsız etmişti. Bugün de Türkiye’nin Rusya’ya yanaşması İran ve Çin ile işbirliği arayışları birilerini rahatsız etmedi mi?


İçeriden adam devşirmeden bir devleti yönlendirilmezsiniz. Almanların bu konuda neler yaptığını bir sonraki yazıda inceleyeceğiz.


Enver Paşa’dan Enver Altaylı’ya stratejik ortaklığın hazin öyküsü – 2


Yazan: Osman Başıbüyük, Sunsavunma


İÇERİDEN ADAM DEVŞİRMEDEN BİR DEVLETİ YÖNLENDİREMEZSİNİZ


Yazının ilk bölümünde Almanların Osmanlı’yı kendi sömürgeleri yapabilmek için nasıl bir strateji izlediklerini, Cihad kavramını nasıl kullanmayı planladıklarını anlatmıştık. Yazının bu bölümünde,

Planlarının yürümesi için Almanlar, Osmanlı kanaat önderlerini ellerinde tutmalı, ordu, sivil bürokrasi ve iş çevrelerinde kendilerine bağımlı bir kadro yaratmalıydı. Bu iş için görevlendirilmiş casusları vardı. Bunlardan en önemlisi zaman zaman değişik isimler kullanan Baron Rudolf von Sebottendorff’du.


Sebottendorff, Almanların gizli teşkilatı Thule üyesiydi. 1897 yılında İskenderiye’ye gelmiş, burada çok kısa süre kaldıktan sonra Kahire’ye geçmişti. Burada Hidiv Abbas Hilmi’nin yönetiminde yer alan Türk asıllı Hüseyin (Fahri) Paşa’nın mahiyetinde iş bulmuştu. Hüseyin Paşa, tıpkı II. Abdülhamid gibi İngiliz düşmanı ve Alman dostuydu. Paşa aynı zamanda Bektaşi ve Masondu. Hüseyin Paşa, 1900 yılının Temmuz ayında Sebottendorff’u İstanbul’a getirdi. Sebottendorff, Beykoz Cami imamından Türkçe ve Arapça dersleri almaya başladı, Bektaşi ve Mason oldu.

Sebottendorff’a göre “Dönmeler” (sabetaistler) Türkiye’de Masonluğu yönetiyordu. Sebottendorff, 1911 yılında Osmanlı vatandaşlığına geçti. 1912’de ünlü bir Alman Okült dergisinde yayımlanan, “İslami Farmasonluk ve Ezoterizm” başlıklı makalesinde Masonluğun gerçekte Bektaşi-Dai-İşhariyye’den alındığını öne sürdü. Sebottendorff, 1960’lara kadar Almanya ile Türkiye arasında mekik dokudu. Osmanlı döneminden başlayarak Türkiye’deki üst düzey kimselerle çok ciddi yakınlıklar kurdu. Mesela, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil Paşa, 1940’lı yıllarda Sebottendorff’un en yakın arkadaşlarından biriydi. Muhtemelen Enver Paşa ile de tanışıyordu. Ne tesadüf Enver Paşa da Ali Fethi (Okyar), Kazım (Karabekir) Paşa ve Şeyhülislam Musa Kazım Efendi gibi Mason-Bektaşiler listesindeydi. Sebottendorff’un en büyük özelliği hem Türkleri hem Kafkasları hem de Rusları çok iyi tanıması, ayrıca Rus Çarlarına karşı savaşmış, sonra da Türkiye’ye sığınmış olan Kafkas halklarıyla yakın teması olmasıydı.


1897’de Rusya’nın ilk nüfus sayımında Türkistan topraklarında 11.463 Yahudi olduğu tespit edilmişti. Mesela Özbekler ve Tacikler arasında eriyen “Çala” isimli bir gruptan bahsedilir. Bu grup, Müslüman gibi gözükür ibadet için camiye gider ama evlerinde gece karanlığında Yahudi geleneklerine göre ibadet edermiş.

Bu grubu da bir çeşit sabetaist olarak nitelendirebiliriz. Bu gruptan Osmanlı’ya göç edenler var mıydı? Orta Asya’dan gelen seyyah dervişler için Üsküdar’da kurulan Nakşibendi Özbekler Tekkesi’nin bu tarikatla bir bağlantısı var mıdır? Bilmiyoruz. Aman Sebottendorff’un Özbekler Tekkesi’yle de ilişkide olduğu anlaşılıyor. Özbekler Tekkesi ile de Teşkilat-ı Mahsusa iç içeydi.14 Küçük bir bilgi: Özbekler Tekkesi binası günümüzde Münir Ertegün Tarih Araştırma Vakfı’nı barındırıyor. Vakfın açılışını 1994 yılında Amerika’nın Yahudi politikacılarından Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger yapmıştı.


O dönemde Bektaşilik biraz baskı altında olduğu için sabetaistlerin çoğu Nakşibendi ve Melami tarikatlarına yönelmişti. Nakşibendiler, devlet yönetiminde daha hakimdi. Baron Sebottendorff da hangi tarikattan hangi dinî veya etnik kimlikten olursa olsun devlet yönetimini etkileyebilecek üs düzey kişilerle yakın arkadaşlık kurmaya çalışıyordu.


Sebottendorff’un İstanbul’daki arkadaşlarından birisi de Pertev Paşa idi (Demirhan). Pertev Paşa ile Sebottendorff, Alman-Asya Cemiyeti’nde beraber çalışmışlardı. Pertev Paşa, Harp Okulunu bitirdikten sonra eğitim için Almanya’ya gönderilmiş, gençliğinde Alman ıslahat heyeti başkanı Colmar Freiherr von der Goltz Paşa’nın yaverliğini yapmıştı. Yine Goltz Paşa’ın tavsiyesiyle Osmanlı askeri ataşesi ve murahhası (delege) sıfatlarıyla, 1904 Japon- Rus Savaşı’nı takip ve rapor etmek üzere Mançurya’ya gönderilmişti. İlerleyen dönemlerde Genelkurmay Başkanlığına kadar yükseldi. Pertev Paşa aynı zamanda sabetayist Kenan Rifai’nin müridiydi. Kenan Rifai, dergâhını 1908 yılında açmıştı.


RUS-JAPON SAVAŞI’NIN TARİHİMİZDEKİ ÖNEMİ


1904-1905 Rus-Japon Savaşı, Osmanlıda siyasete yeni aktörlerin katılması ve ülke siyasetini etkilemeleri açısından önemlidir.


Bu savaşta Rusların yenilmesi Çarlık İmparatorluğunun geleceğini derinden etkiledi. İmparatorluktaki Türk-Müslüman tebaa bu savaşta devletin yanında yer almak istemiyordu. Kaldı ki bizzat Rus halkının kendisi de bu savaşı benimsememişti. Kimse uzak diyarlarda boşu boşuna ölmek istemiyordu. Bir grup genç Kazan Tatarı, 1904’te “Hürriyet” adında milliyetçi bir yeraltı teşkilatı kurulmuş ve bu teşkilat, Kazan Tatarları arasında Rus ordusundan firarı teşvik için kışkırtıcılığa girişmişti. Kırım’da askerlik çağına gelmiş birçok Kırım Tatar genci, bir yolunu bulup İstanbul’a kaçmış, Kırım’a dönmek için savaşın sona ermesini beklemekteydi. Rusya’daki Türk ve Müslüman kökenli halkların kalkışmasında pek tabi ki Almanların da payı vardı. Almanlar, Rusya’nın Japonya karşısında yenilmesini istiyordu ve daha önce anlattığımız stratejileri gereği Türk ve Müslüman kökenlilerin ayaklanarak Rus imparatorluğunu parçalamasına çabalıyorlardı. Bu dönemde Kafkas ve Türkistan aydınlarının İstanbul ile teması yoğunlaştı.


Mesela 1792-1910 yılları arasında dönem dönem Kırım’dan Osmanlı’ya göçler olmuştur. Göç edenlerin arasında Kırım Tatarca’sı konuşan Kırımçak Yahudileri de vardır.


Dönemin önemli aktörlerinden bir tanesi Abdürreşid İbrahim’di (1853-1944). Türklerin siyasi birliğinin fikir babalarından birisi İsmail Gaspıralı idi. Ama işin mutfağında Abdürreşid İbrahim vardı. Abdürreşid İbrahim, İstanbul’a 1892 yılında geldi. 1896’da Avrupa’ya gitti. Stockholm, Almanya, İstanbul, Japonya kısacası birçok ülke arasında mekik dokudu. (Stockholm, Almanların Rusya ile ilgili istihbarat merkeziydi.) Rusya Türklüğünün 1905-1908 yılları arasında düzenledikleri 4 kurultayın da organizasyonunu bizzat Abdürreşid İbrahim organize etmiştir. İbrahim, Rusya’daki bütün Türk ve Müslüman coğrafyayı dolaştı çok zengin tüccarlardan para yardımı aldı, önemli kimselerle görüştü.


Bu kimselerden birisi de Yusuf Akçura’ydı.


Pantürkizm’in babası olarak görülen Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset isimli makalesinde Osmanlı Devleti’nin temel devlet politikası olarak Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak incelemiştir. Akçura’nın bu makalesi ilk olarak 1904 yılında Kahire’de Türk adlı gazetede yayınlanmıştı. O yıllarda Mısır’ın İngiliz kontrolünde olduğu ve Alman ajanı Max Freiherr von Oppenheim Kahire’de bulunduğu düşünülürse Yusuf Akçura’nın Almanlarla doğrudan teması olmasa bile en azından Alman icadı Pan-Türkist, Pan-İslamist ve Osmanlıcı politikalarından etkilendiği söylenebilir.


Almanlar, sonradan Teşkilat-ı Mahsusa’ya dönüşecek “İslam Birliği” (İttihat-ı İslam) propagandası yapan gizli bir örgütün temellerini 1907 yılında attı. O tarihlerde örgüt üyelerinin kim olduğu bilinmiyor.


OSMANLI’YI PAYLAŞMA PROJESİ


Almanların Osmanlı’daki bu faaliyetleri, İngiliz ve Rusları endişelendirmişti. Her iki devlet de Pan-Türkist, Pan-İslamist ve Osmanlıcı politikalar sebebiyle sömürgelerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyalardı. 23 Eylül 1907’de İngiltere ve Rusya aralarında Osmanlı üzerinde çekişmelerine son veren anlaşmayı imzaladılar. Daha sonra 9-10 Eylül 1908’de Reval’de (Talin) yapılan toplantıda İngiliz – Rus ittifakına Fransızlar da katıldı. Bu üç büyük güç Osmanlı’yı kendi aralarında paylaşmak için anlaşmıştı. Bu planın duyulması, Jöntürkleri harekete geçirdi.


Genç Türkler veya çoğunlukla Jöntürkler olarak anılan bir aydın grubu, II. Abdülhamid’in baskıcı politikalarından Avrupa’ya kaçmış, II. Abdülhamid karşıtı, meşrutiyet ve anayasa yanlısı bir politika izliyordu. Baskıcı politikalar her zaman gizli örgütlenmeyi ve gizli örgütlenmeler de yine her zaman dış güçlerin manipülasyonuna açık olma zafiyetini beraberinde getirir.


Jöntürkler, bahse konu üç ülkenin, Osmanlıyı kendi arasında paylaşarak parçalama niyetlerinden paniğe kapılmıştı. Eğer II. Abdülhamid devrilip, Almancı politikalar terk edilerek yeniden İngiliz ve Fransız yanlısı

politikalar benimsenirse, Osmanlı’yı kurtarabileceklerini zannediyorlardı. Reval (Talin) toplantısından 1 ay sonra Binbaşı Enver Bey ve Kolağası Resneli Ahmet Niyazi Bey dağa çıktı. Saraya telgraflar çekerek Anayasa’nın yeniden yürürlüğe konulmasını talep edip ayaklanmayı başlattılar. Ayaklanma halkın katılımıyla büyüdü ve sonunda II. Abdülhamid Jöntürklerin isteklerini kabul ederek anayasayı tekrar yürürlüğe koydu. 23 Temmuz 1908 günü Meclis-i Mebusan yeniden açıldı.24 İstanbul’a “hürriyet kahramanı” olarak gelen Binbaşı Enver Bey bir süre sonra 12 Ocak 1909’da Berlin’e Askeri Ataşe olarak atandı.


Abdülhamid, meclisi yeniden açarak tahtını korumayı başarmıştı fakat bu sefer de İngilizler bu yeni durumdan rahatsız olmuştu. Osmanlı’nın anayasa ve halk tarafından seçilmiş bir meclisle yönetilmesi, İngiliz sömürgelerine çok kötü örnek olacaktı. Sömürgelerdeki halklar da seçim, siyasi parti ve özgürlük isteyeceklerdi. İngilizler hemen harekete geçti, Türk halkının dinî duygularıyla oynayarak ve II. Abdülhamid’i kışkırtarak tarihimizde 31 Mart Vakası olarak bilinen 13 Nisan 1909’daki ayaklanmayı tetiklediler. Sonuçta II. Abdülhamid tahtan indirildi.


Binbaşı Enver Bey, 31 Mart Olayı patlak verince Berlin’den hemen hareket etmiş, Selanik’ten İstanbul’a doğru ayaklanmayı bastırıp, II. Abdülhamid’i devirmek için yola çıkan Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu’na yolda katılmış ve Kolağası Mustafa Kemal Bey’den kurmay başkanlığı görevini devralarak yine hürriyet kahramanı olarak İstanbul’a girmişti. Acaba Binbaşı Enver Bey’i Almanya’dan İstanbul’a hangi güç göndermişti?


Jöntürkler, II. Abdülhamid’i tahttan indirdikten sonra yeni hükümetle birlikte hemen yüzlerini İngiltere ve Fransa’ya çevirdiler. Yeniden onların güdümüne girerek Ruslarla yaptıkları Osmanlı’yı parçalama anlaşmasını bozmak istiyorlardı. İçinde Masonu, Sabetaisti, Nakşibendisi olan bu aydın kesim, ülkeyi bir dış gücün kucağından kaldırıp öbürününkine oturtunca kurtaracaklarını zannediyordu! Bu zihniyet Cumhuriyet dönemindeki tüm darbelere de imzasını atmıştır. Bugün Türkiye’de darbe olsa, perde arkasında yine aynı zihniyetin olacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü dış güçlerin icazetiyle ülkeyi kurtarabileceğini ve kendi çıkarlarını muhafaza edebileceğini düşünen onursuz insanların varlığından hala kurtulamadık.


Neyse konumuza tekrar dönelim. Jöntürkler maalesef İngiliz ve Fransızlardan bekledikleri desteği bulamadı. Çünkü Osmanlı’yı paylaşma planları, II. Abdülhamid ile veya Osmanlı’nın kaderiyle ilgili değildi. Almanlar cidden güçlenmişti. Alman yayılmasını önlemek için artık Osmanlı’nın parçalanması, onlar için stratejik bir ihtiyaç haline gelmişti. İngiliz ve Fransızlardan yüz bulamayan Jöntürkler bu sefer aynı II. Abdülhamid gibi yine Almanya’ya mecbur kaldı. Yönetimi tamamen ele geçiren İttihat ve Terakki Partisi, II. Abdülhamid’in bıraktığı Alman yanlısı politikalara devam edecekti.


CİHAD’IN İLK DENENDİĞİ YER TRABLUSGARP SAVAŞI


29 Eylül 1911’e geldiğimizde İtalyanlar, Osmanlı’ya savaş ilan ederek Trablusgarp’ı (Libya) işgal etti. İşgale karşı hiçbir direnç gösterilmemişti. Osmanlı’nın oraya yardım gönderecek ne ekonomik gücü ne de asker taşıyacak donanması vardı. İtalyanlar, tereyağından kıl çeker gibi Trablusgarp’ı almıştı. Bu durum doğal olarak Osmanlı subaylarında büyük üzüntü yarattı. Üzülenler arasında Almanlar da vardı. Almanya hemen devreye girip “İslam Birliği” propagandası yapmak için kurduğu gizli teşkilatı harekete geçirdi. Kutsal savaş “Cihad”ın ilk provası Libya’da yapılacaktı.


Binbaşı Enver Bey’in başkanlığında kurulan bir ekip sahte kimliklerle Trablus’a gidecek ve oradaki aşiretleri İtalyanlara karşı ayaklandıracaktı. Trablus’a, İtalyan işgalcilere karşı direnişi örgütlemeye gidenler arasında Kolağısı Mustafa Kemal, Nuri Bey (Conker), Eşref Bey (Kuşcubaşı), Ali Fethi Bey (Okyar), Halil Bey (Enver Bey’in amcası), Albay Neşet Bey gibi subaylar bulunuyordu. Libya’ya savaşmaya gidenler arasında (Binbaşı) Ömer Fevzi Mardin de vardı. Bu subayların bazıları sonradan kurulacak Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanları olacaktı. Aslen Buharalı bir Özbek aileden gelen, Stockholm, Almanya, Rusya, İstanbul ve Japonya arasında mekik dokuyan Özbek kökenli Hoca Abdürreşid İbrahim de Trablusgarp Savaşı patlak verince Mısır üzerinden Libya’ya gitmişti. Ne büyük tesadüf CIA’nın Türk Casusu Ruzi Nazar ve Büyük Oyundaki Türk, Enver Altaylı da Abdürreşid İbrahim gibi aynı kökenden geliyordu! Bir başka tesadüf; bu kahraman (!) Türk casuslarının gelecekte temas kuracakları şeyhler de Libya’dan gelme bir tarikata bağlıydı: Arusi tarikatı. Libya’da savaşan Ömer Fevzi Mardin bu tarikatın kurucusu olacaktı. Anlatacağız.

Türk subayları Trablus’a savaşmaya giderken Osmanlı Genelkurmayı 5 kuruş para vermemişti. Bütün finansmanı Almanlar sağladı. Para işlerine Ömer Fevzi Bey (Mardin) bakıyor, Almanlarla parasal bağlantıyı o sağlıyordu. Binbaşı Enver Bey de Almanya’daki bir kız arkadaşına mektup yazar gibi Alman istihbaratına rapor veriyordu.


Gerçekten de Trablus’ta denenen ilk Cihad provası başarılı olmuştu. Halk, İtalyanlara karşı ayaklanmış, İtalyanlar çok zor duruma düşmüştü. Cihad provasının neden bu derece başarılı olduğunu biraz daha incelemek gerekiyor. İşin içinde Arusi Tarikatı vardı. Dini inanç ve tarikatlara bağlılık sayesinde halk İtalyanlara karşı ayaklandırılabilmişti.


Arusi Tarikatı, Nakşibendi, Kadiri- Melami kökeninde, Libya’dan Türkiye’ye gelme bir tarikattı. 1901 yılında Abdülhamid karşıtlığı sebebiyle Fizan’a sürülen Filibeli Ahmet Hamdi, sürgünde tasavvufa merak sarmıştı. Ziyaret ettiği Asitane-i Arusi Selamiye’nin çok etkisinde kaldı; tarikata bağlandı, zamanla hilafetname aldı. O tarihte tarikat II. Abdülhamid’e karşı isyan bayrağını açmıştı. Filibeli, II. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a döndü. “İttihat-ı İslam” (İslam Birliği) adlı haftalık bir dergi çıkardı. Acaba dergiyi kim finanse ediyordu? Bilinmiyor! Filibeli Ahmet Hamdi, İslam’ı dünyada Türklerin yücelteceğini düşünüyordu ya da öyle söylüyordu. Arusiliği Osmanlı’da kurumsallaştıran Ömer Fevzi Mardin oldu. Muhtemelen Libya’ya gitmeden tarikatla İstanbul’da tanışmıştı. Ömer Fevzi Mardin üst düzey İttihat ve Terakki üyesiydi, nedense sonradan örgütle ayrı düştü.33

İşte bu Nakşibendi, Kadiri, Melami kökeninden gelen Arusi Tarikatı gelecekte Türkiye’nin bütün kritik süreçlerinden önemli rol oynayacaktı. Ömer Fevzi Mardin şeyhliği Mustafa Aziz Çınar Efendi’ye verdi. Mustafa Aziz Çınar Efendi, Alparlan Türkeş ile de çok iyi görüşürdü. Mustafa Aziz Çınar Efendi’nin müritlerinden biri de Mehmet Faik Erbil Efendi’ydi. Mehmet Faik Erbil Efendi, 1980 darbesi öncesi sağ-sol çatışmaları döneminde Enver Altaylı’yı komünistlerin silahlı baskınından kısa süre önce uyarmış ve Altaylı’nın hayatını kurtarmıştı.34 İlerleyen yıllarda Aaron Kandiyoti isimli bir Yahudi vatandaşımız Arusi tarikatının şeyhi Azir Çınar Efendi’ye intisap etti. İsmini Harun Kan olarak değiştirdi ve Harun Hoca olarak Nakşibendi tarikatının şeyhi oldu.


Bütün bunları öğrenince insan kendine acaba bugün bizi Libya’ya hangi tarikat gönderdi, acaba tarikat üyesi subaylarımız da var mı diye sormadan edemiyor!

Bu günlük burada noktalayalım devamında Balkan Savaşları, Türkiye’de parti nasıl kurulur, istihbarat örgütünün vesayet sistemindeki yeri ile devam edeceğiz.

İşte benim idarecilik maceram!..

İşte benim idarecilik maceram!.. Hani şair benim bir de İstanbul maceram var, der ya işte o hesap benim de idarecilik maceram var. Şairin ma...