31 Ağustos 2013 Cumartesi

Münasebetsiz bir analoji!..

İnsanlar tuttukları takımın çok önemli bir maçında hem de son dakikada atılan golün sevincini ve heyecanını Rablerini ululamak için yaptıkları ibadetlerinde duymuyorlarsa daha doğrusu duyamıyorlarsa bu duruma ne demeli? Fikri olan var mı? Varsa beri gelsin.
Hani demiştim ya; modern zamanların değerler manzumesi (putları!) eski dünyanın değerler manzumesini tabii olarak tasfiye ediyor. İşte yukarıda yaptığım analoji bu tasfiyenin yalnız tek bir sahada örneğinden başka bir şey değil.
Biraz daha açayım:
Hz. Ali'nin namazda ameliyat edildiği söylenir. Şimdilerde insanların ibadetlerinde kendilerinden geçtiklerini söylemek safdillik olur. Zira fakir bir akrabayla karşılaşmış da ondan bir an önce uzaklaşmayı düşünen, dolayısıyla da kendini kandıran insanın hali var bugünkü ibadetlerde. Fakat bugün aynı insanın tuttuğu takımın çok önemli bir maçında cebinden parasını yürütsen farkında olmaz hali var. Evet ne oluyoruz? Hangi zamana evriliyoruz? Ciddi ciddi düşünmeye var mısınız?
Umarım yukarıdaki sorulara verilecek esaslı cevaplar dünya denilen bu cangılda yolumuzu bir nebze de olsa aydınlatmamızı sağlar.

Sb 10/03/2012

Kaçınılmaz olarak mankurtlaşıyor muyuz?

Kültür dünyamıza Cengiz Aytmatov'un armağan ettiği kelimedir, mankurt. Meraklısı mankurt kelimesiyle ilgili internetten yapacağı aramayla geniş bilgi sahibi olabilir. Bendeniz bu kelimeyi 'zihni iğdiş edilmek, hafızayı yitirmek' olarak tanımlamak istiyorum.
Her birimiz toplumsal bir hafızaya sahibiz. İçinde yaşadığımız toplum 'türedi' bir toplum olmadığına göre, her birimizin bir geçmişi var. Bu anlamda biz  'bir devamın devamıyız' dır. Bu meyanda olacak Tanpınar sık sık "içimizdeki devam zincirleri sekteye uğramasın.'" der.
Kuşkusuz modern zamanlarda yaşıyoruz. Bu zaman öyle kuvvetli şeyler, yaşam biçimleri dayatıyor ki geçmiş kendiliğin tasfiye oluyor. Bu tasfiye de bireyleri zıpçıktı, türedi, mirasyedi ve mankurt yapıyor.
Bilindiği üzere erken cumhuriyet döneminde dil tasfiyesiyle toplumsal hafızayla oynanmış, yeni nesiller bu toplumsal hafızadan uzak bir şekilde yetiştirilmek istenmiştir. Buna toplumun büyük çoğunluğu şiddet içermeyen şiddetle aksülamel göstermiştir. Fırsatını bulduğunda da bu büyük çoğunluk, bir siyasi iktidarı yüzde elliyle bunun için iktidara getirmiştir. Şimdilerde imam hatiplerin yeniden ihya edilmesini biraz da bu bağlamda düşünmek lazımdır.
Ama ne yazık ki çağın kimi gerçeklikleri geçmişi yapan değerler sistemini ve bu değerler manzumesini ihya çalışmalarını tabii olarak tasfiye edecek ya da akim bırakacaktır.
Benden meselemi somutlaştırmam istenebilir. Gücüm nisbetinde belki başka yazılarda anlatmaya çalışacağım.
Sonuç itibariyle eski hafıza bağlamında kaçınılmaz olarak mankurtlaştığımız ileri sürülebilir ama yeni bir hafıza oluştuğunu da söylemek gerekir.

sb 08/03/2012

Kemal Tahir’den müthiş bir metafor

1900 ihtilalini ( Babıali baskını ve Abdülhamit’in hal’ini kast ediyor) en güzel hikaye eden fıkra şudur:
Abdülhamit’in paşalarından biri sokaktaki gürültüye bakmış da, bu devlet arabası çok köhne bir şeydi. Biz ona koşulmuş ihtiyar bitap hayvanlardık. Tekerleğinin, dingilinin, okunun her gıcırtısından anlar, her feryadına kulak vererek ağır ağır sürüp götürürdük. Şimdi ortadaki hep o biçare arabadır, lakin önüne azgın katırlar koşulmuş. Bu gidişle hangi çivisi, hangi yongası bir dağda kalacak.
Meşrutiyet tarihçileri de cumhuriyet tarihçileri de bu fıkradan çok şey öğrenmeye mecburdurlar.
Azgın katır koşulu arabanın her bir parçası bir dağda kaldı.
Cumhuriyetten sonra arabayı yeniden yapacak yerde aynı eski parçaları topladılar.Donkişot’un miğferi gibi birbirine sicimlerle, tel parçalarıyla, tutkalla eklediler, üzerine bir mükemmel yağlı boya çektiler. Bir zaman süsüne aldandık. Düz yolda adam gibi yürümesine kandık. Vakta ki yol biraz meyillendi, çamurlandı gene eski dertler meydana çıktı.
Şimdi tekerleklerden gene bir hazin inilti gelmektedir. Allah bizi muhafaza etsin.
Not 1: Dutlar Yetişmedi hikaye kitabından “Vazife Vermek” başlıklı hikayeden
Not 2: Bu bir miri malıdır. Bu sebeple yazdım buraya koydum. Düşündüm ki yakın tarihimizle ilgili ciltlerce eser okunsa, tarih bölümleri bitirilse bu “araba” metaforu kadar öğretici olunamaz.
Not 3: Kemal Tahir’in külliyatını bitirmek üzereyim. Sonuç: Tarihimizi, içinde yaşadığımız toplumu bu kadar güzel tahlil eden bir başka yazar yok. Kemal Tahir’i -bugünü değil dünü anlatıyor olmasına rağmen- bütün öğretmenlere ve öğrencilere gönül rızasıyla olmazsa zorla okutmak lazım. Çünkü yakın geçmiş- uzak geçmiş ancak onun kurmacalarıyla anlam kazanabiliyor.
Bu kadar mühim bir şahsiyet neden tanınmaz, bilinmez anlayamıyorum.
Ekşi sözlükte bir yazar şöyle yazmış: Yaşar Kemal'in İnce Memed'ine Rahmet Yolları Kesti ile cevap vermiş bir şekilde... kızmış belli ki. "İnce Memed gibi eşkıya olur mu? Eşkıya denilen adam adi bir uşaktan başka bir şey değildir" demiş bir keresinde. Bu, Tahir'in tarih ve roman anlayışı açısından kritik bence.
Sb 18/03/2012

Çetin Altan'dan alıntı- Siyasetçilere “orospu çocuğu” denmesi üzerine

Bendenizin en hayran kaldığım yürüyüş ise, 4-5 gün önce İspanya’daki genelev kadınlarının, caddeleri dolduran yürüyüşleri oldu; siyasetçilere “orospu çocuğu” denmesini protesto ediyor ve:
-Onlar bizim çocuklarımız değil, kendimize hakaret sayarız bunu, diyorlardı.

Aytunç Altındal'dan alıntı-Tanrıyı mülkiyetine geçirmek

İsa'nın, Musevlikte yaptığı en önemli değişikliklerden biri de Tanrıyı mülkiyetine geçirme olmuştur. O güne kadar Museviler, "Tanrımız" derken, İsa kalkıp "O benim babam. Benim Tanrım" demiştir. Otiretiyi kendinde toplamıştır yani.

Çetin Altan'dan alıntı- Bunlar derin konular, çok derin konular!..(“civelek taburları” üzerine)

Bunlar derin konular, çok derin konular!..

Vaktiyle “Yeniçeri orduları” sefere çıktığında; onlarla birlikte, bir de “civelek taburları” çıkardı sefere, askerlerin cinselliğini rahatlatmak için...
* * *
Yıllarca önce bir karşılaşmamızda, Diyanet İşleri Başkanı’na:

-“Civelek taburlarından” biri de şehit düştüğünde; “cennet mekân” sayılır mıydı, sayılmaz mıydı, diye sormuştum.

* * *
Bendenize:

-Bunlar derin konular, çok derin konular, diye yanıt vermişti.

Not:Civelekler konusunda daha ayrıntılı bir yazı için bakınız:

http://www.aksam.com.tr/osmanlidan-cumhuriyete-civelekler-5268y.html

Ey edip Adana da pide ye'me artık!..(Koca Öküzün Ölümü" adlı metin parçasının teması üzerine)


Ediplerimiz gerçekten bu lafzı hak ediyorlar mı? Galiba değil. Sözgelimi "Koca Öküzün Ölümü" adlı metin parçasının temasına "öküz sevgisi" diyecek kadar uzaklar edebiyattan, sanattan.
Hikaye kahramanı öküz için "hiç olmazsa boyunduruktan kurtuldu" der bir yerde. Bu da demektir ki metnin teması fakirlik , göndermesi özgürlüktür.
Heyhat okuduğunu anlamayan üdebaya ne söyleyeceğimi bilemedim.
Aslında bu yazıyı yazmayacaktım ama kendimi tutamadım.
Mesele şu: Bir edebiyat öğretmeni dahi okuduğunu anlamıyorsa hepsi birer tıflıebcedhan olan öğrencilerden okuduğunu anlaması beklenebilir mi? Şüphesiz beklenemez.
Yapılması gereken yalnız üdeba taifesinin değil tüm eğitim camiasının topyekün kendini sorgulaması. Bu sorgulama sonucu inanıyorum ki eksikliklerimizin çoğunu tespit edeceğiz ve tabii olarak daha ne yaptığını bilen nesiller yetiştirmenin adımlarını atmış olacağız.

Sonuç:..

27 Ağustos 2013 Salı

-Alıntı- “Üçüncü Dünya ülkeleri nasıl yönetilir?”

Yorumcu: Misafir - NORMAL Mİ?
ABD’de bir askeri okulda ders olarak anlatılan Horoz ve Tilki Hikayesi! “Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış ve bir çizgi film gösterilmeye başlanmış. Filmin adı ” Küçük Tavuk “.... Bir kümes var. Kümeste bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu bulunuyor. Kümesin etrafında da bir tilki dolaşıyor. Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları dışarı bırakmıyor. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve küçük tavuklar. Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor. Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinde küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza sesleniyor ve ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelip tilkiden mısır alıyor. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de diğer tavuklara mısır dağıtıyor. Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık popüler olan genç ve artık irileşen horozun etrafında ise tavuklar toplanıyor.Bu aşamada tilki kümesin kapısının önüne mısır bırakıyor. Kümeste bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak kapıyı açıyorlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar. Bir süre böyle devam ediyor. Hiçbir şey olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor. Nihayet bir gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve artık güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkıyor ve rahat rahat yemleniyorlar. Kümesteki her tavuk semiriyor. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onları içeride bekleyen tilki bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor.” Çizgi film burada bitmiş. Işıklar yanmış. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak, “İşte Üçüncü Dünya ülkeleri böyle yönetilir” diyerek derse başlamış. Sorular: 1-Kümes NERESİ?, 2-Yaşlı horozlar KİMLER? 3-Genç horoz KİM ? 4-En önemlisi tilki KİM?

http://www.odatv.com/n.php?n=kisa-ortadogu-kilavuzu-asci-bahcivana-bahcivan-sofore-sofor-usaga-sonra-hepsi-usaga--2708131200

18 Ağustos 2013 Pazar

Tasavvuf gerçekliğinin yitimi üzerine…

Tasavvuf, hiçbir eğitimden geçmemiş, şifahi kültür ortamında büyümüş, daha ziyade köylü bir toplumu disipline eden bir sistemdir.  Bu bakımdan tasavvuf, dün yaşanılan hayatta büyük bir boşluğu dolduruyordu.
Ya şimdi…
Şimdilerde iş değişti. Bugün beş yaşındaki çocuğu örgün eğitimin içine alıyorsunuz ve onu bilgiyle donatıyorsunuz. Yalnız onunla kalsa iyi, örgün eğitimin dışında da çok etkin bilgi kaynakları var. Sözgelimi televizyon, internet, kitaplar… Bunlarla da modern zaman insanı haddinden fazla haşır neşir.
Bu değişim karşısında doğal olarak tasavvuf kavramı hayatiyetini kaybediyor. Çünkü bundan yüz sene önceki insan formuyla bugünkü insan formu arasında neredeyse hiçbir benzerlik yok.
Yüz sene önceki insan birey değil, kuldu. Bu insan bir pir-i faninin karşısına geçecek ondan ders alacaktır. Dolayısıyla hayatını tarlası, çifti çubuğundan gayrı şeyhi dolduracaktır. Bugünkü örgün eğitimden geçmiş insan daha ziyade bireydir. Bu kişiyi bir pir-i fanini karşısına geçirecek, ona saygı ve tazimde bulunduracak anlayış kalmadı şimdi, kalması da abes olurdu zaten.
Peki iyi mi oluyor?...
Meseleye iyi oldu ya da kötü oldu şeklinde bakmayı doğru bulmuyorum. Yalnız modern hayatın eskiyi tümüyle tasfiye ettiği gerçeğinin altını bir kez daha çizmek istedim.
Bir somutlaştırmayla açalım: Tasavvufî dergâhlar günümüzde de birtakım ihtiyaçlara cevap veriyor ve büyük oranda insan toplayabiliyorlar. Ama en inanmışlarının bir araya gelerek oluşturduğu atmosfer/heyecan bir derbi maçı izlemek için toplanan seyircilerin oluşturduğu atmosfer/heyecan gibi değil.
Şimdi gene soralım, ne oluyoruz? Yoksa Ali’nin külahın Veli’ye, Veli’ninkini de Ali’ye mi giydiriyoruz. Takdir sizin.
sb  10/04/2012

Mazi modern hayat selinin önünde sürükleniyor…

Bugünlerde Kur-an’ı Kerim’in okullarda seçmeli ders olarak okutulması için yasa yapıldı. Burada Mustafa İslamoğlu’nun bir sözüne yer vermek isabetli olacak. Hazret, biz Kur-an’ı hep yüzüne okuduk o da bizim yüzümüze güldü, mealinde bir söz söylüyor. Yani Türkçedeki yüzüne gülüp arkasından iş çevirmek deyimini hatırlatıyor ve Kur-an’ın hakkıyla okunmadığını söylemek istiyor.
Üstada kısmen katıldığımı beyan etmeliyim. Yalnız Kur-an’ı Kerim’in herkesçe okunabiliyor olması bir işimize yarar mı? El-cevap: Yaramaz.
Niçin mi? Anlatayım: Bugün 10 ev hanımından 6-7’si Kur-an’ı Kerim’i yüzünden okuyabiliyor. Hatta sürekli bir araya gelip  -affedersiniz çay partisinden mülhem- Kur-an’ı Kerim partisi bile verebiliyorlar. Eğer bu gördüklerimiz bir yanılgı değilse Türkiye’de bir kültür patlaması olması lazımdı. Ama böyle bir patlama olmadı bugüne kadar.
Peki, yapılması gereken nedir? Önce problemi doğru teşhis edelim: Problem geçmişi yapan değerler sistemimizin modern hayat selinin önünde sürükleniyor olması ve tabiatıyla yok olması.
Benim teklifim naçizane şu: Eskinin abidevi eserlerinden en seçkin metinleri çocuklarımızla buluşturmak. Bu metinler umumiyetle tasavvufî metinler olacak. Çünkü tasavvufi metinler İslam’ın dünyaya, eşyaya bakışının tecessüm ettiği metinlerdir. Yani Kur-an’ı Kerim merkezli İslamî düşüncenin ete kemiğe büründüğü metinlerdir. Ancak bu metinler sayesinde geçmişi tevarüs ederiz ya da Hilmi Yavuz’un ifadesiyle söyleyecek olursak temellük ederiz.
Aksi takdirde Kur-an’ı Kerim’i ancak yüzüne okuruz o da yüzümüze güler. Zaten bol miktarda Kur-an’ı Kerim uzmanı var. Burada mesele Kur-an’ı Kerim uzmanı olmak değil ondan ilham alarak kurulan bir büyük medeniyetin anlaşılıp içselleştirilmesindedir.
Madalyonun diğer yüzüne gelince…
Burada sel metaforu kullandık. Denilebilir ki selin önünden kurtardıkların bir işe yaramaz. Bu da bir fikirdir. Ama bu fikir bizde köksüzlüğü icbar eder. Köksüzlük ise Yahya Kemal’den ilhamla yaraların en onulmazıdır.
“Derler: insanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Ruh arar başka teselli her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!”/Yahya Kemal
sb 10/04/2012

Lavinia

Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.

Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.

Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.

1957

Özdemir Asaf

Modern insanın ikircikli durumları, karasızlıkları, tereddütleri bu kadar güzel anlatılabilir mi? Sanmam. Bir şairin büyüklüğü şiirinin büyüklüğüdür. Büyüksün Özdemir Asaf vesselam.

‎‎‎‎ "‎‎‎İkra" emr-i celilesinin etimolojik anlamı üzerine

"İkra" kelimesinin etimolojik anlamı çağırmaktır, insanları hanif dinine tek tanrıya inanmaya davet etmektir.
Türkçedeki okumak kelimesinde bile çağırmak davet etmek anlamı vardır. Sözgelimi düğüne okunmak gibi...
14 asır önceki Arap toplumunda yazılı edebiyat değil sözlü edebiyat gelişmişti. Yani o gün için okunacak kitaplardan ve kütüphanelerden bahsedilemez. Dolayısıyla İslam’ın ilk emri oku’dur nokta-i nazarından kimi tartışmalara girişmek komik oluyor.
Bu mevzuyla ilgi kimi tartışamalarda şöyle bir yol izlenebilir:
1. Kutsal kitaplar çok anlamlı metinlerdir. Kelimenin o gün için çağırmak anlamı daha akla yatkındır ama bugün için okumak anlamı.
2. İkra metaforunu bir yana koyacak olursak bir ayette "aklını kullanmayanın aklına pislik boca edileceği"i söyleniyor. İslam dünyasının geri kalış gerekçesini bu ve buna benzer ayetlerin hakkıyla mütalaa edilemediğine dayandırılabiliriz.
Son olarak ilham/bilgi kaynağımı açıklamasam hırsızlık yapmış olurum: "İkra" kelimesinin etimolojik anlamının “çağırmak” olduğunu yıllar önce bir televizyon programında Yaşar Nuri Öztürk hocadan dinlemiştim.

sb 10/04/2012

Türk, Farsçada "Terk" demek yani muhacir

Hepimiz Türküz. Çünkü Türk, Farsçada  "Terk" demek. Yani Göçebe / Yörük / Terk /Muhacir / Terkmen demektir.Yani etnik bir isim değildir. Avrupalılar, Osmanlılara siz Terksiniz dedikleri vakit,Osmanlılar şiddetle "Terk" olmadıklarını yerleştikleri coğrafyanın yerlisi olduklarını ileri sürüyorlardı.Sonuçta Lozanda bu ismi kabul ettiğimiz için Kürdüyle, Arabıyla,Çerkeziyle,Gürcüsü ve lazıyla hepimiz kendi öz yurtlarımızdan İslam fütuhatı için bir araya gelerek bulunduğumuz coğrafyanın sahibi olmuşuz.Bu nedenle bu coğrafyada yerleşmiş herkes bizdendir.
Not: Yukarıdaki bilgi bir haber sitesinde yorum yapan İskender isimli kullanıcıya aittir. Akla çok yakın geldiği için buraya koydum.
Bizim eski Türk dili hocamız Türk kelimesinin kökünü tü-(mek) fiiline indirmişti çoğalan anlamında. Güya tükürmek de tü-'ten geliyormuş! 
Bence yukarıdaki açıklama hocanın açıklamsından çok daha mantıklı...

sb 16/04/2012

Şu isimlere bakar mısınız?

Sadettin Köpek: Köpek sadık demek/anlam kötüleşmesi
Eski Türklerde hayvan isimleri kullanılırdı.
Toptamış'ın kızının adı:İtküçüçük/küçük köpek
Tula: Köpek yavrusu/kadın ismi

Kaynak: Mikail Bayram

Kerem ile Aslı Hikâyesi üzerinde bir tahlil denemesi

Evvela şunu belirteyim, biz insanlar karşılaştırmalar yaparak öğreniriz. Eğer bir şeyi öğrenirken karşılaştırmalar yapamıyorsak orada kalıcı bir öğrenme gerçekleşmiyordur. Bu yüzden yapacağım tahlil dünle bugünün karşılaştırılması şeklinde olacaktır.
“Bir zamanlar (…) Isfahanda (…) bir padişah vardı… Hazinedarı olan Keşiş’i bir gün huzuruna çağırtmış. (Kendisi gibi) bu Keşişin de hiç çocuğu yokmuş…”
Isfahandaki padişahın bugünkü tabirle maliye bakanı Keşiş’miş. Burada neden müslüman ahaliden biri değil de Hıristiyan bir din adamı maliye bakanıdır diye sorulabilir?
El-cevap: Demek ki Müslümanlar o vakitler ya savaşçılar, ya çiftçi, ya da hayvancılıkla uğraşıyorlar. Ticaret ve para mevzuları da gayr-i müslüm unsurlara kalıyor. Oh ne ala memleket! Aptallığımıza, affedersiniz saflığımıza doymayalım.
 “Günlerden bir gün padişahın yaptırdığı güzel sarayda eğlence düzenlenmiş. Padişahın karısı Hanım Sultan ile Keşiş’in karısı da eğlenceye katılmak üzere yola koyulmuşlar. Tam saraya varmak üzere iken karşılarına ak sakallı nur yüzlü bir ihtiyar çıkmış.”
Hâsılı bu ak sakallı nur yüzlü ihtiyar dua eder padişahın karısı Hanım Sultan ile Keşiş’in karısının çocuğu olur. 
Dün, çocuğu olmayanlar genellikle Kerem ile Aslı Hikâyesi’nde olduğu üzere ak sakallı nur yüzlü bir pir-i faniden dua alır ya da kurban keserlerdi.
Bugün ise durum farklı. Çocuğu olmayanlar belki gene duaya başvuruyorlar ama daha ziyade bir tüp bebek tedavi merkezinin yolunu tutuyorlar.
Bu karşılaştırmalar kimine çok basit gelebilir ama hayatın dünden bugüne büyük oranda değiştiğini her daim örnekleriyle hatırlatmak zorundayız ki birçok insan anakronizm bataklığında boğulmasın.
Bugün anakronizm bataklığına saplanmamış çok az insan var çevremde. Bu sebeple çok basit de olsa hatırlatmakta fayda görüyorum.
Kerem, hikayenin bir yerinde çobandan Aslı’yı sorar. Öğrencilerime tam da burada bugün olsa seven sevdiğini nasıl arar diye sordum. Cevap, facebook’tan oldu.
Eski ulaşım şartları göz önüne alındığında çobanların adeta bugünkü GSM şirketleri gibi vazife gördüğünü düşünmek mümkündür.
Hikâyenin sonundaki Yunan mitolojisinden aşırmaya benzeyen sihirli düğme metaforuna gelince…
Aslı’nın babası Kerem’le evlenmesine razı olmuş fakat bir şart koşmuş: O şart da elbisesini kendisi yapacakmış. Elbiseyi yapmış boydan boya sihirli düğmeler koymuş… Düğmenin biri açıldığında diğeri kapanmakta ve bu böylece sürüp gitmekte. Ta ki Kerem bir ah çekip yanıncaya değin…
Sihirli düğme metaforunun güncelleştirilmesi…
Evlenecek çiftlerin en yakınındakiler o kadar çok gölge ederler ki gelin ve damadın evliliklerini -daha evlilikleri başlamadan- burunlarından fitil fitil getirmeyi başarırlar.
Bununla da kalınmaz evli çiftlerin biri diğerinden tıpkı hikâyenin bir yerinde Kerem’in Aslı’dan dinini değiştirmesini istemesi gibi kendisi gibi düşünmesini ister. İşte bu da sihirli düğmeden farksızdır. Problemin birini aşarsınız öteki karşınıza çıkar.
Burada meselelerin çözülmesi için bakış açısının değiştirilmesine ihtiyaç vardır. Ne Kerem Aslı’dan dinini değiştirmesini beklemeli ne de bugünün herhangi bir modern bireyi eşinden hayatını kendi değer yargılarına göre kurmasını istemeli. Zaten asgari müşterek yoksa (aşk-meşk hikaye)o evliliğe asla yanaşılmamalı.
Hikâyenin göndermesi…
Hikaye, Pargalı İbrahim’e annesinin ‘evleneceğin kadını kendi köyünden seç’ demesine benzer 'evleneceğiniz, aşık olacağınız insanı kendi dininizden, kendi çevrenizden seçin' gibi -bugün için pek matah olmayan- bir gönderme içeriyor. Olmayacak duaya âmin demeyin, davulu dengi dengine çaldırın da cabası…
Bir cümle de hikâyenin göndermesi üzerine söyleyecek olursak…
Eğer insanlar olmayacak işlerin peşinde koşmasalardı, Kerem gönüllü insanlar olmasaydı sizi temin ederim insanlık modern medeniyeti inşa edemezdi.
Hâsılı Kerem gibi Aslı gibi cesur yüreklere selam olsun…

sb  17.04.2012

Futbol sadece futbol değil!..

İzlediğim bir maçta futbolcu kalesinden topu uzaklaştırmak isterken kendi takım arkadaşına topu istemeden çarptırıyor ve gol yiyorlardı. Eğer o gol olmasa yenilmeyecekler ve maç berabere bitecekti.
Şimdi ne var bunda denilecek?
Benim derdim kuru bir futbol muhabbeti yapmak değil. Hem içi boş futbol muhabbetlerinden hazzetmem.
Yani fakir-i pür taksirin derdi şu: Yukarıdaki örnekte olduğu üzere hayatta hep kendi hatalarımızdan dolayı gol yer, sıkıntılar çekeriz. Kondisyonumuz sıfırdır ve işimiz hep Allah’a kalmıştır. Dolaysıyla bir takdir-i ilahidir tutturmuş gidiyoruz. Takdir-i ilahiyi de kendi hatalarımızı örtmek için pek güzel kullanıyoruz.
Ama yemezler…
Artık hayat denilen bu cangılda bütün yediğimiz gollerin takdir-i ilahi gereği değil aptallığımız ve hesapsızlığımız yüzünden olduğu ortada.
Hayatı futboldan ya da derbi maçlarından okumak
Bu yazıyı El-Closico’yu izledikten hemen sonra kaleme aldım. Bu maçı ne kadar kişi izledi bilmiyorum. Ama izleyenlerin bir kısmı uykularından feragat edip izlediler, onu biliyorum. Belki de teheccüde kalkar gibi kalktılar.
Ne dersiniz?
Hoca sapla samanı birbirine karıştırma mı diyorsunuz?
Valla sizi bilmem ama ben neyle neyi karşılaştıracağımı pekala biliyorum.
Öteden beri modern hayat eskiyi tasfiye ediyor, demem yersiz değil.
Bana istediğiniz kadar kızabilirsiniz ama bu, değişen dünyanın sizi haklı çıkaracağı anlamına gelmez. Hayat hızla değişiyor ve en çok kendisine direnenleri etkisi altına alıyor. Bu da büyük oranda insanları ikiyüzlü yapıyor. Hem modern zamanların bütün nimetlerine kemal-i afiyetle kurul hem de destan dönemi insanının zihniyetine sahip ol. Olacak iş mi? Ama oluyor.
***
Tribün ve kahvehanelerdeki futbol seyircilerine şöyle bir baktığımda büyük çoğunluğunda kör bir fanatiklikten başka bir şey göremiyorum.
Dolayısıyla insanların çoğunda hayatı futboldan okuyacak bir alt yapı veya üst yapıdan söz edilemez.
İşin şakası bir tarafa milyarlarca futbol seyircisi, özellikle ülkemizdeki fanatik taraftarlar futbola bakış açılarını yukarıda değindiğim şekilde değiştirseler ne olur? Daha iyi olacağından eminim. En azından daha az küfür, daha az dövüş olur.
***
Yukarıda El-Closico’dan bahsettim. Jose Mourinho’nin Real Madrid’i Barcelona’ya karşı uzun bir süredir üstünlük kuramıyordu.  İlk defa bahsi geçen maçta Real, Barcelona’ya karşı üstünlük kurabildi.
İmdi buradan ne çıkar?
İşte size çıkarımların hası: Azimle sıçan mermeri/duvarı deler!...
Not: Sıçan işeyen manasına değilmiş fare anlamında imiş!...

21/04/2012 sb

Düdüklü tencerenin kapağını biraz aralayabilmek

Çetin Altan'dan alıntı
Her akıp giden hafta, ocakta unutulmuş bir düdüklü tencere gibi bitiyor. Hiç değilse cumartesileri, kapağı biraz aralamak mı; yoksa unutulmuş halk deyimlerine de göz kırparak:
-Ne haliniz varsa görün, demek mi?
* * *
Hadi önce haftanın içine doğru uzanalım.
Perşembe günkü gazetelerde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 12 bin aileyle görüşme sonucunda açıkladığı bir anket vardı.
* * *
Ailelerden yüzde 75’i, tiyatroyla sinemaya hiç gitmemişti.
Yüzde 44’ü de hiç kitap okumamıştı.
* * *
Ve biz de 70 yıldır yazı yazıyorduk.
***
Yoksul bir ahırda bir marangoz çırağı, yeni doğum yapmış karısının yanına yaklaşarak:
-Sevgili Meryem, neden öyle ağlayıp duruyorsun, bak ne güzel bir oğlumuz oldu, demiş.
* * *
Meryem de:
-Ah Yusuf’cuğum ah, demiş; bense bir kız çocuğumuz olmasını o kadar çok istiyordum ki... Keşke İsa’yı doğuracağıma onu doğursaydım.
***
Balçiçek Pamir’in, programına davet ettiği Prof. Dr. Doğu Ergil’den de, o söyleşide aydınlatıcı meşaleler uzanıyordu.
* * *
Onlardan biri de şuydu:
Daha Atatürk doğmadan önce Bayburt’ta; sahnesi, izleyici salonu, aktörleri, aktrisleri, dekorlarıyla, donanımlı bir tiyatro vardı; Osmanlı Ermeni’lerinin yarattığı bir tiyatro...
* * *
Ah keşke hiç sömürgesi olmayan Almanya’nın imparatoru II. Wilhelm, Orta Asya’ya uzanma amacıyla, İttihatçı’ları ve özellikle de Enver Paşa’yı bir mancınık olarak kullanmaya kalkmasa ve onlara damardan “ırkçılığı” şırıngalamasaydı...

Yapı söktürücü anahtar cümleler

Edebiyata, edebi metinlere ve her şeyden önemlisi hayata şu anahtar cümlelerle bakarsak yapıyı/kurmacayı daha kolay sökeceğimizi zannediyorum:
Anahtar cümle 1: İnsanlığın tarihi üç dönemde incelenir.
Bu dönemler şunlardır:
1.Destan dönemi: Bizde İslamiyet öncesi dönemdir. Gayr-i akli şeyler hayata egemendir.
2.Din dönemi: İslamiyet’in kabulüyle başlar Tanzimat dönemine kadar devam eder. Akıl ve vahiy hayata egemendir.
3.Modern dönem: Tanzimat’la başlar,  Cumhuriyet’le hız kazanır vs. Hayata akıl ve mantık egemendir.
İmdi, özellikle ülkemizde bu üç dönemin iç içe geçtiği düşünülebilir. Bu cümleden hareketle, yapı sökümünü henüz gerçekleştiremediğimiz, gerçek zannettiğimizin kurmacalığının henüz farkına varmadığımız söylenebilir.
Anahtar cümle 2: Her dönemin zihniyeti farklıdır.
Şimdi bir zihniyet tanımı yapalım. Zihniyet: Bir dönemin bütün insanlık gerçekliklerini içine alan kavramdır.
Yukarıda destan döneminin insanlık gerçekliklerinde gayr-ı akli şeylerin yansımaları görülür, dedik. Demek ki destan döneminin zihniyetini gayr-ı akli şeyler oluşturuyor.
Din döneminde vahiy merkezli bir hayat inşa edildiğini görürüz. Dolayısıyla zihniyet de vahiy temellidir.
Modern dönemde ise akıl ve mantığın zihniyete daha ziyade yansıdığını görürüz. En azından modern dönemin salt akıl ve mantık sayesinde inşa edilebildiğini söyleyebiliriz.
Anahtar cümle 3: Sanatın temel konusu insandır.
Sanat eserinde insanın dışındaki her şey insana dönük bir mesaj için oradadır.
Söz gelimi eşek mevzubahis edilse de maksat insana bir şey anlatmaktır.
Anahtar cümle 4:Bu metin ne söylüyor?
Unutmayalım ki her yazar bir şey anlatmak ve anlaşılmak için yazar. 
Metinleri çözümlemek için şu sorular sorulabilir:
Metin üretildiği dönemin zihniyetini ne kertede yansıtıyor, metnin mesajı nedir, mesajla ilgi ne tür somutlaştırmalar yapılabilir ilah.
sb 06/05/2012

İnsana biz yeni geldik

Geldik
Hepimiz bir yerlerdeydik
Başka bir yere geldik
Değişen dünya sürecinde
Karanlık bir sudan geldik

Ne gül eski güldür şimdi
Ne beygir eski beygir
Kırmadan incitmeden
Maymundan insana geldik

Bakmayın siz bu bencil
Bu hayvansal kavgaya
Değişen dünyanın içinde
İnsana biz yeni geldik
Ruhi Su

Elindekiyle yetinmek mi?!..

Bir sanat eserinde elindekiyle yetinmek tema olarak veya ana fikir olarak verilebilir mi? 
El-cevap: Verilemez.
Harname’nin teması –bilemedim- ana fikri ‘elindekiyle yetinmek’miş. Öyle diyor kimi edebiyatçılar, kimi kaynaklar.
Bir sanat eserinde elindekiyle yetin, denilemez.
Niçin mi?  Öncelikle sanatın ruhuna ters. Sanat eserinde ‘elinizdekiyle yetinin, boş verin daha iyiyi daha güzeli’ denilemez. Deniyorsa o sanat eseri değildir.
Sanat eseri özü gereği hep daha iyinin daha güzelin propagandasını yapar, yapmak zorundadır. Kötüyü anlatılırken bile ideal olanın anlattığı şey olmadığını söylemek ister.
Harname üzerinden gidecek olursak…
Şeyhi eserinde sahibi tarafından acımasızca çalıştırılan eşeği konu ediyor. Öyle ki eşek, yük elinde katı şikestedir, bir deri bir kemik kalmıştır. Bir gün eşek çayırda otlayan semiz öküzleri görür, onlara özenir ve buğday tarlasına dalar. Tarlayı talan etmiştir. Tarlanın sahibi gelir, eşeği bir güzel döver, üstelik bununla da yetinemez kulağını keser.
Sonunda eşek şöyle der: Batıl isteyü haktan ayrıldım /Boynuz umdum kulaktan ayrıldım.
Hâsılı, eşek öküzlere özenmiştir ama yanlış yol seçmiştir kendine. Şeyhi şunu söylemek ister esasında, daha iyi ve güzeli talep edin ama yolunca yordamınca yapın bunu, yoksa elinizdekinden de olursunuz.
Aslında Şeyhi’nin kendisi de eşekle benzer akıbeti paylaşmıştır. Çelebi Mehmet, Şeyhi’ye bir tımar verir. Şeyhi tımarı almaya giderken yolda tımarın eski sahiplerince dövülür, dövülmekle kalmaz sövülür, üstüne bir de soyulur. Şeyhi beş parasızdır artık. Dövüldüğüne mi yansın, sövüldüğüne mi yoksa beş parasız kaldığına mı?
Hikâyenin göndermesini yukarıda açıkladık şimdi temasının ne olduğuna bakalım. 
İşte teması:
Bunların başlarına taç neden
Bizde bu fakr ü ihtiyaç neden 
Sonuç: Çok bilmişliğin alemi yok. Önce kendimizi aydınlatacağız ki başkalarına da faydamız dokunsun. Yanmadan aydınlatılmaz. Yanarak aydınlanalım ve aydınlatalım.
Sb 06/05/2012   
Hamiş: Bir kaynakta (internet sitesi) mezkur eserle ilgili kader mevzuu parelelinde değerlendirmeler yapıldığını gördüm. Bu değerlendirmeye katıldığımı söylemeliyim.
Eserde eşek kaderine rıza göstermiyor ve öküzlere özeniyordu.
Peki, bununla Şeyhi ne yapmaya çalışıyor?
Galiba Şeyhi kader inancının çok keskin olduğu bir toplumda itirazınızı direkt değil endirekt bir şekilde, kamufle ederek dile getiriyor.
Zaten Orta Çağ sanat anlayışının çoğunlukla alegorik olması birtakım dar görüşlü insanlardan gelecek tepkileri minimize etmek içindir. Hoş bu durum günümüzde de ayniyle varittir ya neyse...
13/05/2012 sb

Deli kız sinin geliyor türküsü üzerine...

(A) Deli kız sinin geliyor
(B) Sinide neler geliyor
(A) Başına yazma geliyor
(B) Hanı ya niye gelmedi
(A) Geldi de geri döndüler
(B) Ne kusurumu buldular
(A) Başına keleş dediler
(B) Kurbanız olum komşular
(B) Hayranız olum komşular
(B) Hanı ya bunun keleşi

(A) Deli kız sinin geliyor
(B) Sinide neler geliyor
(A) Kulağa küpe geliyor
(B) Hanı ya niye gelmedi
(A) Geldi de geri döndüler
(B) Ne kusurumu buldular
(A) Kulağa sağır dediler
(B) Kurbanız olum komşular
(B) Hayranız olum komşular
(B) Hanı ya bunun sağırı

(A) Deli kız sinin geliyor
(B) Sinide neler geliyor
(A) Koluna bilezik geliyor
(B) Hanı ya niye gelmedi
(A) Geldi de geri döndüler
(B) Ne kusurumu buldular
(A) Koluna çolak dediler
(B) Kurbanız olum komşular
(B) Hayranız olum komşular
(B) Hanı ya bunun çolağı

(A) Deli kız sinin geliyor
(B) Sinide neler geliyor
(A) Beline kemer geliyor
(B) Hanı ya niye gelmedi
(A) Geldi de geri döndüler
(B) Ne kusurumu buldular
(A) Beline kambur dediler
(B) Kurbanız olum komşular
(B) Hayranız olum komşular
(B) Hanı ya bunun kamburu

(A) Deli kız sinin geliyor
(B) Sinide neler geliyor
(A) Ayağa pabuç geliyor
(B) Hanı ya niye gelmedi
(A) Geldi de geri döndüler
(B) Ne kusurumu buldular
(A) Ayağı topal dediler
(B) Kurbanız olum komşular
(B) Hayranız olum komşular
(B) Hanı ya bunun topalı
Bilindiği üzere bizde roman yoktur, tabiatıyla romancı da. Çünkü roman zor iş. Bizimse alamet-i farikamız tembellik. İşte bu sebeple geçmişimizi çok çeşitli yönleriyle türkülerimiz üzerinden okuyabiliriz.
Bendeniz de naçizane yukarıdaki türküden hareketle bir okuma yapmak istedim.
Öncelikle 10 numara bir türkü olduğunu söylemeliyim. Ama…
Aması şu: Anadolu insanı çok acımasız.
Baksanıza…  “başına keleş dediler”/ “kulağa sağır dediler"/ “Koluna çolak dediler” / “Beline kambur dediler” / “Ayağı topal dediler”
Eskiden düğünler insanların neredeyse tek eğlencesiydi. Siz bu düğünlerde fiziksel kusurlar üzerinden türkü yapar, söyler, çalarsanız fiziksel kusuru olan insanların halini, iç dünyalarında kopan fırtınaları varın hesap edin.
Burada belki şöyle bir okuma daha yapılabilir. Fiziksel kusuru olan bir kız düşünün. Muhtemelen evde kalmış yılları münasip bir koca beklemekle geçmiştir .  Fakat o koca bir türlü bir yerlerden çıkıp gelmez. İşte bunun üzerine en yakınındakilerin onun iç ızdırabıyla bu şekilde çalıp söyledikleri pekala düşünülebilir.
Gene modern zamanlarda yaşadığımız için bir kere daha şükredelim. Çünkü insanlar artık daha  bilinçli. Dolayısıyla fiziksel kusurla pek dalga geçilmiyor, yalnız ilköğretim ve lise yılları hariç.
sb 9/5/2012

adın ne menem bir yalnızlığa kök salmış

Soğuk damga
adın
ne menem bir yalnızlığa
kök salmış
hangi harflerle bırakılmışsın
yeryüzüne
yerde patlayan bir yanardağ mısın
yoksa yüzde
mikroplu tırnakların patlattığı
bir sivilce mi
adınla
ne menem bir yalnızlığı
beslemişsin
kendinden yaptığın
alıntıları bile
tırnak içinde aktarıyorsun
kağıdın doymak bilmez aklığına
Suavi Kemal
Yukarıdaki şiiri Çetin Altan bir yazsında Suavi Kemal ismiyle aktarıyor. İnternette Suavi Kemal'le ilgili değil Suavi Kemal Yazgıç'la ilgili sayfalar çıkıyor.Aynı kişi mi bilmiyorum ama Suavi Kemal Yazgıç'tan şunları paylaşmak istedim:
"Dünyada kalıcı olmak gibi bir hedefim yok. Plastik şişelere, poşetlere özenmiyorum yani."
"Niye konuşmuyorsun" diye sorulduğunda, "cevap veriyorum; yanıt yok" demiş.
Yazgıç'ın şiirleri, "Bir yangının diğerine aktardığı" şey ne ise odur.
Şiirine ve hayatına "gri" bir "sessizlik" hâkimdir.
"Dünyanın sakalları yüzüne batar."
Ona göre hayat, "yazıldığı gibi okunur."

Ah benim köse sakalım!..

Apple’nin (Amerika’daki bir teknoloji şirketi) borsadaki toplam değeri 500 milyar dolar imiş. Bizim İstanbul menkul kıymetler borsasında işlem gören tüm şirketlerimizin toplam değeri 250 milyar dolar.
Neden anlatıyorum bunu, kaynağım ne?
Öncelikle kaynağımın Blomberg tv olduğunu söylemeliyim.
Neden anlattığıma gelince…
Ben 1997’de başladım üniversiteye. İlk yıl kimsede cep telefonu yoktu. 2. yıl 2 kişide 3. yıl 3 kişide derken cep telefonu furyasıdır aldı başını gitti.
Yani cep telefonu sektörü 15 yıl önce henüz emekleme aşamasındaydı.  Bugün bu sektörden hiç pay alamadığımızı üzülerek söylemeliyim.
Öğretmen arkadaşlarım kendilerini emir eri zannediyor…
Meslektaşlarıma bütün enerjimizi muhakeme yeteneği gelişmiş öğrenciler yetiştirmeye teksif etmemiz gerektiğini söylüyorum, sınav sistemini bahane ediyorlar. Dolayısıyla mecburen teste ve ezbere devam diyorlar. MEB’in ders kitaplarının yüzünü açmamakla adeta övünüyorlar. Öğretmen arkadaşlarım belki de kendilerini emir eri zannediyorlar.
Geçenlerde bir deneme sınavı sebebiyle 3 saat boyunca 11. sınıf felsefe ders kitabını okudum. Kitap tutarlı düşünmeyi, daima sorgulamayı öğretiyor. Gördüğüm o ki kitap hakkıyla okutulsun Türkiye’de 2 nesil sonra aydınlanma devrimi olur. Tabiatıyla Türkiye bilgi üretmeye başlar, dolayısıyla egemen güçlere ‘bu dünyada ben de varım.’ der.
Asıl eğitim lise eğitimidir.
Arkadaşlarımın bir kısmı muhakemeye, kılı kırk yarmaya yönelik eğitimin üniversitelerde verilmesi gerektiğini söylüyorlar.
Buna da itirazım var. Öncelikle asıl eğitim lise eğitimidir. İnsanlar üniversiteye gittiklerinde çoğunlukla zihin dünyaları kemikleşmiş oluyor. O yapının, kafanın işleyiş biçiminin değişmesi oldukça zorlaşıyor. Bu bakımdan her şeyden şüphe, sorgulama ve muhakeme yeteneği büyük oranda lisede kazanılacaktır. Belki de bu sebepten ötürü Tanpınar ‘asıl hocalık lise hocalığıdır.’ der.
Neden önemsiyorum bilgi üreten bir toplum olmayı?
İnsan, ilânihaye daha iyiyi daha güzeli talep edecektir. Dolayısıyla gelişme hiçbir zaman durmayacak/sonlanmayacak. Bu durumda bilgiyi üreten daima güce de sahip olacak. Güçlünün karşısında daima sömürülen olmayı aklı başında kimse istemez. İşte bu sebeple düşünen, araştıran, soran sorgulayan ve bilgi üreten insanı ve bilgi üreten toplumu önemsemek/istemek gerekir.
Hâsıl-ı kelam..

Daha 15 yıl önce gelişmeye başlayan sektörde dahi payımıza hiçbir şeyin düşmemiş olması üzerinde kafa yorulmalı. Ahfeş’in Keçisi’ne benzer insan tipi yetiştirmekten de derhal vazgeçilmeli. Zira bu insan tipi (Ahfeş’in Keçisi’ne benzeyen insanlar, öğrenciler, sallabaşlar) baba parasıyla aldığı cep telefonuyla caka satıp benim eski model telefonumla ‘hocam o dokunmatik telefon mu’ diye dalga geçebiliyor. sb 9/5/2012

İşte benim idarecilik maceram!..

İşte benim idarecilik maceram!.. Hani şair benim bir de İstanbul maceram var, der ya işte o hesap benim de idarecilik maceram var. Şairin ma...