3 Aralık 2013 Salı

YAZMA EYLEMİNİN TEDAİLERİ

Eskiden yazmak soyunmakla eş anlamlıydı benim için. Şimdi yazmak, düşünmek demek, düşünerek fikirlerimizi her şeyden ve herkesten evvel kendimiz için daha açık, anlaşılır kılmak demek.
Yazarak düşünme, çoğu zaman konuşarak düşünen biz şifahi kültür mensuplarına eğreti gelse de yazmanın inanılmaz bir şehveti olduğunu belirtmem gerek.
Bir keresinde ‘tarih yapmaktan tarih yazmaya vaktimiz olmamış,’ dedim. Muhataplarım bu sözü ciddiye alacaklardı ki bunun bir ironi olduğunu söyleyiverdim. Aksi durumda tarihimizle ilgili yanlış bir inanca sahip olacaklardı.
Fuat Köprülü Kitab-ı Dede Korkut için “Terazinin bir kefesine bütün Türk Edebiyatı, diğer kefesine Dede Korkut Kitabı konsa, Dede Korkut Kitabı ağır basar.” demiş.
Bu sözdeki temel espri aslında kültürün şifahi oluşuyla ilgilidir. Yani Köprülü diyor ki kardeşim ceddimiz yazmamış, yazmadığı için de bu şifahi kültür ürünü olan hikâyelerin önemi katbekat artmaktadır.
Bu hikâyeler, bize tarihin kırılma noktalarını (bizim için olsun veya diğer uluslar için bu kırılmalar fark etmez) haber veriyor. Anadolu’nun Türklerce yurt tutulmasını, gene Türklerin İslam’ı kabul ediş sürecini ve İslamiyet öncesi dönemin inanç ve yaşamıyla ilgili ciddi şeyleri biz bu kitapta buluyoruz.
Osmanlının kuruluşunu dahi Bizans kaynaklarından takip edebiliyoruz. Hatta kuruluş tarihiyle ilgili çok farklı görüşler olduğu malumumuz.
Yani gerçekten ‘tarih yapmaktan tarih yazmaya vaktimiz olmamış’ gibi bir durum yok ortada.
Öyleyse bu yazma meselesinde, neden ve niçin içler acısı bir durumdayız. Kayıtlı bir dinin mensupları (Kirâmen kâtibin melekleri düşünülsün lütfen) nasıl bu kadar kayıtsız olmuşlardır. Bunu anlamak mümkün değil!
Buna, bu halete eskiler istiğna derler. Müstağni bir hayat yaşamaları yazmama mazereti olabilir. Mesela Hz Ömer’in ‘keşke bir saman çöpü olsaydım’ dediği rivayet edilir. Hz. Peygamberin imkanı varken hasırda yatıyor olması da bu bağlamda zihniyeti vermek açısından önemlidir. Dünyaya bu nazarla bakanlar niçin yazsınlar ki? Tuhaf değil mi?
Yazmayı, ceddimiz biraz da benlik davası olarak görmüş. Ayrıca yazmak usta-çırak, hoca-talebe ilişkisini sekteye uğratan bir şey.
Yazmanın ceddimizce şöyle bir anlamı da olsa gerek: İlim, hakkı olmayanların eline geçerse kötüye kullanılabilir. Bu da takdir edersiniz ki çok manidar bir düşünce. Hepimiz biliyoruz ki ilim Müslüman formatından uzak Hıristiyan Batı aleminin eline geçmiş ve sonuç: İki dünya savaşı olmuş, atom bombaları kullanılmış ve milyonlarca insan ölmüş. 20 yy ve sonrası dönemde olduğu kadar dünya böylesi bir vahşetle karşılaşmamıştır.
Biz bir kitaplı toplum olsaydık şimdi nasıl olurduk?
Kitaplı toplumdan kastım yazının ve kitabın hayatta yer teşkil etmesi. Bu yazıyı okuyanların kaçta kaçı acaba kütüphanesi olan bir evde dünyaya gelmiştir. Elcevap: Çok azı. Evinde kütüphanesi olanlarınsa ne kadarı gerçek manada kitaptan beslenen bir hayat yaşamaktadır? Gene çok azı. 
Yukarıdaki soruya dönersek ‘biz bir kitaplı toplum olsaydık şimdi nasıl olurduk’ sorusuna. Hemen söyleyeyim. Dünya şu anda bizim etrafımızda dönüyor, olurdu. Çünkü yazının üretilmesi, düşüncenin/inancın/fikrin/fikir hayatının varlığına işaret eder en azından bütün bunların donmadığına delalet eder. Bu az bir şey midir? Tabii ki değil.
Son tahlilde yazmak genlerimizde/kültürel kodlarımızda yok. Ama bunun içinde yan gelip yatmak da yok. Ne yapacağız? İkra emr-i celilesine/cemilesine  ittiba ederek önce okuyacağız, okuyacağız sonra insana kalemle yazmak öğretildiğinden yazmayı da öğrenecek ve daima yazacak, yazacak ve yazacağız.

09/04/2011

Hiç yorum yok:

Modern zamanların samimiyetsiz ilişkileri üzerine...

Her düşünceden, her görüşten çok sayıda arkadaşı olmak...Bana göre bu, köşeleri olmamak, demek olup şahsiyet yokluğunu gösterir.   Herkese m...